30 Ocak 2011 Pazar

toygar

Toygar ne demek diye sözlüğe baktığımda, bana iki şey demek dedi. Birincisi bir kuş çeşidi, ikincisi de kuş bakıcısı.

Evinin çatısında güvercin besleyen insanların varlığını biliyoruz. Kuşları neden bu denli sevdiklerini anlamak güç, sormak lazım birtanesine. Köpek gibi sadık mı? Kedi gibi oyuncu mu? Kanarya gibi ötmüyor bile. Peki adam! Neyini seviyorsun güvercinin? Nedir seni ona bağlayan? Düşünüyorum da, aklıma şey geliyor sadece. Tedirginliği ve ürkekliği.

Zarar görmekten o kadar korkup da, nasıl teslim oluyor ki kendine el uzatana? El uzatan da biliyor kendine güvenene zarar vermemesi gerektiğini.

Karşılıklı bir sevgi mi onlarınki bilemem de, karşılıklı bir güven olduğunu söylemek abes olmaz sanırım. Umarım bir gün kuşçunun tekiyle muhabbet ederim de bir de ondan dinlerim kırılganlığa sevgisini.

27 Ocak 2011 Perşembe

bir anda

Bir anda oluyor hep. Ne olduğu önemsiz.

Nasıl oluyor bilmiyorum, hiç hesapta yokken gerçekleşiyor her şey. Bilinç mi kayboluyor, kimya mı bozuluyor bilemiyorum. Aynı şu fikrin zihnime bir anda düşmesi gibi, bir anda; hiç hesapta yokken.

O, iyi bir şeyse sorun yok. Kötü bir şeyse problem. İyi kötü ne düşünmemek gerek aslında da en keskin kötü nedir diye sorsalar, ve en popüler 5 cevabı arasalar şüphesiz ki en yüksek puan "cinayet"ten gelirdi sanki.

Yıllardır bir sürü film izledim de, en etkilendiğim cinayet sahnelerinden biri "Sadakatsiz" isimli o filmde geçen sahne. Parantez içi biraz spoiler. (Pekmezini akıtırken Riçırt Gir karısının sevgilisinin, hiç aklında kurmamıştı ki onu öldürmeyi. )

Keşke hayata hükmedebilseydik. Ne güzel olurdu.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Oha Top 5

Film
Yabancı film
· Oldboy
· Requem for a Dream
· Matrix
· Unfaithful
· Forrest Gump

Yerli Film
· Gölge Oyunu
· Babam ve Oğlum
· Issız Adam
· Eşkiya
· Ağır Roman

Yerli Dizi film
· Süper Baba
· İkinci Bahar
· Bizimkiler
· Kaygısızlar
· Biz Size Aşık Olduk

Yabancı Dizi film
· Macgyver
· Lost
· Prison Break
· How I Met Your Mother
· Coupling

Müzik
Müzik Grubu
· Portishead
· Cartel
· Mor ve Ötesi
·
·

Şarkıcı
· Jay Jay Johansson
· Neşet Ertaş
· Michael Jackson
·
·

Türkçe Albüm
· Hayko Cepkin - Tanışma Bitti
· Göksel - Söz Ver
· Redd - Plastik Çiçekler Ve Böcek
· Emre Aydın - Afili Yalnızlık
· Şebnem Ferah- Kelimeler Yetse

Türkçe Şarkı
· Redd - Hala Aşk Var mı
· Tarkan - Gecenin Ürkek Kanatlarında
· Fatih Erdemci - Ben Ölmeden Önce
· Mor ve Ötesi - Bir Derdim Var
· Tanju Okan - Kadınım

Yabancı Şarkı
· Gala - Freed From Desire
· Tori Amos - Me And A Gun
· Katie Melua - If You Were A Sailboat
· Madonna - Music
· Michael Jackson - Billie Jean

Çıstaklı Şarkı- Bir Nevi Party Starter
· Music Is The Answer (Dany Tenaglia)
· The Rockafeller Skank (Fatboy Slim)
· Coolio (Astrix)
· Satisfaction (Benny Benassi)
· Afrika Shox (LeftField)

Hayallerdeki Enstrümanlar
· Bas Gitar
· Saksafon
· Ney
· Keman
·

Diğer
Bilgisayar Oyunu
· Mario Bros
· Pro Evolution Soccer
· Max Payne
· Machinerium
· Red Alert

Sinir Edenler
· Ağız şapırtısı.
· Tespih şıkırtısı.
· Bir türlü hatırlayamamak.
· Kuruyan uzuvların birbirine sürtmesi.
· Tenkit edilmek.

Murphy Kanunları
· Ne zaman bir kız kessem, Manolya'nın yakalaması.
· Yalan söylediğim zaman, olur olmadık gülüp belli etmem.
· Bir hafta aradan sonra yıkanmaya kalktığımda, banyo sırasının olması.
· En şişman çekirdeğin onca araştırmayla bulunması ve içinin boş çıkması.
· En canım sıkıldığında Mp3 Player'ın şarjının bitmesi.

Zevk Alınan Ufak Sapıklıklar
· İnsanların arkasında sessizce durup, farkettiklerinde altına sıçtırtmak.
· Çok kirli eli yıkarken akan gri suyun lavaboda bıraktığı ize bakmak.
· Deodorant ve çakmakla kara sinek öldürmek.
· El ve ayak parmaklarını birbirine kenetlemek.(göstermek gerek, yazınca olmuyor)
· Çay karıştırırken içeceğe değen parmağın yanması. Diğer parmağa da bilinçsizmiş gibi ama özellikle aynı şeyin yapılması.
Her hakkı mahfuzdur. Gereğinde boşluklar doldurulur, silinir edilir. Listelerin bir sırası yoktur.

aklın yolu

Yerine koyma diye bir şey var. Empati değil tam olarak.

Mesela çok sığ olacak ama ağa-paşa dizilerinin, zengin-züppe dizilerinin tutulmasının sebebidir yerine koyma. Çünkü herkesin içinde bir apaçi bulunuyor gizli saklı. İster kabul edelim, ister etmeyelim; Ulaşamayacağımız hayatlar, olamayacağımız insanlar gibi olmayı istiyoruz çoğu zaman. Çünkü televizyon önünde çayımızı yudumlarken rol-model olarak o dizinin süper zengin ailesini alıyoruz artık. Biz almasak da zorla veriliyor işte.

Benimse değinmek istediğim başka bir şey var...and justice for all

Vallahi de hak-hukuk herkes için. İster multi katrilyoner ol, istersen de fukaranın fakiri. İster gerçek hayatta, ister kara kutuda Seni sürüm sürüm süründürücem derken karşıdaki, biliyorsun ki yapar! Ha zenginin yapması daha kolaydır da hukukun üstünlüğü ilkesini kabul etmiş bizler biliyoruz ki; aklın yolu birdir, hukuk onun yolu ve çaresidir.

Gecenin şu vakti pek sevgili hukuk hocam Hasan Bey'in soyadını hatırlayamayarak kendisine büyük ayıp etsem de teamüller hakkında kafamda oluşturduğu bir takım yargılar için müteşekkirim.

Bir şeyin teamül, yani yazılı olmayan bir hukuk kuralı olarak sayılabilmesi için iki tane şey gerekli. Birincisi aynı şart ve ortamlarda bu davranışın tekrarlanması. İkincisi de bu tutumun bir hukuk kuralı olarak kabul edilmesi. Birincisine diyeceğim pek bir şey yok da, ikincisi için tereddütlerim var. Derin hukuk bilgisi gerektiren bu konuyu hadsizce, üstelik böylesi yüzeysel geçip, "Yeaa kime göre, neye göre" demeden önce bir örnek vermek isterim. Teamül için en güzel örnek yabancı devlet adamlarının karşılama törenlerinde, askeri türkçe olarak selamlamasıdır. Diyelim ki gelen yabancı devlet büyüğü türkçe selamlamadı, o zaman ne olacak derseniz de; maazallah savaş çıkar savaş!! Ama aklı başında her insan bilir ki, kural neyse ona uyulur. Zaten dedik ya, aklın yolu bir diye. O yüzden akıllıların olduğu bir yerde, olup olmadık kurallar koymaya bile gerek yok. Ama aptalların çoğunlukta olduğu bir ortamda bırak teamülleri, kuralları adamın vücuduna dövme ile yazdırsan da bi fayda etmez.

Sadete gelirsem;
Soru: Etrafta örnek alıncak bir adam var mı aklı başında?
Cevap: Tçıhh, yok!

Soru: Adam kime özeniyor?
Cevap: Televizyonun içindeki olur olmaz karaktere.

Soru: Salak mı?
Cevap: Bayrak taşıyanı.

Ve son soru;

Son bir sorum var. Ama o da bende kalsın. Olur da bunu okuyan birisi çıkarsa, Ve hatta bu son soruyu da merak ederse gelsin sorsun. Tanımıyorsa da meyletsin gmaile.

25 Ocak 2011 Salı

anadolu lisesi almancası

Bir fenomen var; anadolu lisesi almancası diye. Bundan zamanında çekmiş, şimdi de hiçbir yabancı dile yakın olamamanın verdiği eziklik ile suçlu arayan benin dayanak noktası olur kendisi.

Almancayla pek problemim olmadı aslında. Bir türlü öğrenemedim mi, yoksa bir türlü öğretemediler mi? bilemiyorum sadece, o kadar. Yalnızca almanların dolayısıyla almancanın nev-i şahsına münhasırlığı hakkında fikir beyan edicem.

Hazırsak başlayalım.

Kitsch, zeitgeist ve übermensch. Bunlar Alman ırkının bizlere Volkswagen Kafer*'den sonraki en büyük armağanıdır bence. Bir sıralaması yok aslında. Almancadaki en güzel 3 kelime nedir diye sorsalar bunları sayarım sadece o kadar.

Zannedersem en bilineni Zeitgeist'tır. (tsaytgayst) Zamanın ruhu demek. Bir toplumun, bir zamana ait olan bütün dinamiklerini içeren çook derin bir mevzuu. 60'lar 70'ler 80'ler deyince aklımızda bir şekil oluşuyorsa bu zeitgeist sayesinde sanırım.

übermensch (übermenş): İdealar dünyasında yaşayan Nietzsche'nin bize armağanı. üstün-über ve insan-mensch birleşiminden oluşan, aşmış kişilik. Kimilerine göre 50 milyon insanın ölmesinin bilincindeki sebep. Kimisine göreyse bir süpermen.

Vee Kitsch (Kitçş): Rüküş anlamına gelen bir kelime. Genel olarak ise günümüzde vücut bulan halinin tanımı için şu yapılabilinir. Çirkin olan iki şeyden çirkin bir başka şey ortaya çıkarmak. Çirkinle çirkinin muazzam uyumu, abukluklar silsilesi

Son olarak,

Sen 7 yıl oku, bi bok öğreneme, sonra da gel burda artizlik yap. Pek güzel.

sen ağlama

Sabah. Badem dinliyorum. Şarkının ismi Sen Ağlama. Badem Grubunu ilk gördüğüm yerde sorucam; "Biz de insanız, böyle şarkı mı yapılır? diye..

Filmlerde, dizilerde ağlayamayan insanlar vardır, görmüşsünüzdür. Gerçek hayatta da var onlardan; kendimden biliyorum. Düşünüyorum "en son ne zaman ağlamıştım" diye, sanırım Aralık 99'du; babannemin vefatıydı. Öyle çok anım da yoktu babannemle ama, herkes ağlayınca kendimi mecbur hissetmiştim galiba. Gözlerimin dolduğu çok oldu ama. Mesela Babam ve Oğlum'da, malum sahnede gözlerim japon çizgi filmlerindeki kız çocukları gibi oldu. Ama ev arkadaşımdan yükselen böğürtülerden içime kaçtı bütün gözyaşlarım. Sonracığıma evde oturup çalıştığım da oldu bu konuda. Ağlamayı çok istediğimden değil. Bilakis acizlik gibi de görüyorum sanki ağlamayı, ama şu var; Sevdiğim insanların ağlamasına dayanamıyorum. (Eren'le hala dalga geçerim filmde zırıl zırıl ağladığı için o ayrı.)

Şimdi kalkıp da, "geçmişte çok acılar çektim, çok ağladım zamanında, o yüzden göz pınarlarım kurudu" diyecek halim yok. Zira henüz bir müzik albümü çıkarmadım. Ama uzaktan bakıyorum da ağlayan insanlara. Gerçekten de olur olmadık şeylere ağlıyorlar. Ne zaman öğrenecekler acaba dert dedikleri şeyin aslında bir hiç olduğunu.

23 Ocak 2011 Pazar

bir askerlik anısı


Bir kişi hayatından bir günün geçtiğine seviniyorsa ya mahkumdur ya da asker
Anonim.


Yazacak çok şey var aslında. Malumunuz askerlik anısı anlat anlat bitmez. Ama bende yok! Hafızamın ne kadar zayıf olduğunu biliyorum. Dolayısıyla döndüğümde "hadi bi asker anısı anlat" dediklerinde abuş gibi kalmamak için sıcağı sıcağına yazıp, taslak olarak buraya kaydetmiştim. Bu gün çarşı izninde olan bir arkadaşıma sorduğum "şafak kaç?" sorusuna verdiğim "adam mı öldürdün lan 120 ne?" soru-cevabıyla hatırladım burda bir yerde askerliğe dair bir şeyler yazdığımı. Kalan taslağı tamamlayamayacağımı bildiğimden de; olduğu gibi yayınlamayı uygun gördüm.

işte o taslak:
09.06.2009

İlk günle başlamakta fayda var. Nizamiyeden saat 14 civarı girdim ve 3 saat boş boş oturdum. Düşündüm, arkadaş edindim, sigara içtim, vakit geçirdim. Saat 17 civarında bir masa kuruldu ve listeden hangi bölüğe düştüğümüzü okumaya başladılar. Özen, Alper dediklerinde “burada” diye bağırdım, onlar da TOW dediler. (ben gerçi ilk başta toğ anlamıştım onu) “ula tow nedir?” diye etraftaki askerlerden bilgi toplamaya çalışırken 15 kişinin daha adı okundu. Tow nedir, nasıldır diye sorduğum askerlerden “yatış amuğagoyum” cevabını aldığımda rahatlamıştım.
Derken 15 kişilik tow kısa dönemlerini topladılar, dışarı çıkarttılar. Daha önce darbe konulu filmlerde gördüğüm Mercedes kamyona bindirip bölüğe getirdiler. Bizi gören herkes “oha” diyordu. Sebebi ise 30 kişilik bölüğe 15 kişi gelmemizdi. Tabi bir de bu güne kadar gelen kısa dönemlerin arasındaki en kalabalık grup oluşumuz da etkendi bu şaşkınlığa. Sosyal faaliyetlerin (televizyon izlemek, çay içmek) yapıldığı gazinoya götürdüler. Orada bölüğün geri kalan mensuplarıyla tanıştık. Saat 21 civarı da ilk içtimamız koğuşlarda alındı. Ve yat emri geldi. Ama uyumam 1’i buldu. Yanlış anlaşılmasın heyecandan falan değil. Alışmışım her gün sabah ezanında uyumaya, dolayısıyla zar sor uyudum. Ama saat 6.30’da da kendiliğimden uyandım. Hatta koğuş nöbetçisine yardım ettim biz çömezleri uyandırırken. Düşünceli adammış. “GOĞUUŞ GALK!” diye bağırmadı ilk günden. O da kısa dönemdi. “Zaten siz kalabalık gelmemiş olsaydınız, biriniz gece koğuşçusu, biriniz de revir çavuşu olur bölüğün içine dahi girmezdiniz” diyorlardı ki sonradan lanet ettim it sürüsü kadar adamla geldiğime.
Sonraki altı gün altı yıl gibi geldi. Saatler geçmedi bir türlü. Tabi bir de ben o zamanlar 23’te uyuyup 06.30’da uyanma gibi bir alışkanlık edinmeye çalışıyordum. Nerden bileyim sonra o uykuya muhtaç kalacağımı. 7’nci gün ise sabah uyandığımda botlarım yoktu. Yer değiştirmiş şerefsizler. Bundan sonrasında Günlük tutmaya başlamıştım. Gerçekten çok güzel bir aktivite günlük tutmak. Tavsiye ederim herkese. Ama benim gibi haftalarca yazdıktan sonra, bir çarşı dönüşünde nizamiyedeki inzibatların üst aramasında unutup da kaybetmeyin. İnsan soğuyor her şeyden. İşte o günlükten kalan 2 yaprak;


23.12.2008 Salı, 08.15, Mercedes’in içi

‘‘Uzmanlar iyi de arkadaşları kötü’’ 18.15

Bir gün öncesinden yağan yağmur ve soğuk sebebiyle giyilen içlik ve parkanın kendi içliği(miflö?) kuru soğuk karşısında tören yürüyüşü(*) ile reaksiyona girerek sırılsıklam terlememize neden oldu. Çarklarda sorun yok da tören yürüyüşü zor iş. İnsanın at olası geliyor. Ayrıca meteoroloji yalan söylemez. ‘yarın kar var’ dediyse yağar. Şakası olmaz. Bir de konferans çıktı başımıza. Tugayın nöbetçi amiri bize konuşma yapacakmış. Bekliyoruz. Son olarak kapuska ve pırasa güzel yemeklermiş. Karavanada bana güzel geldiyse tadı annem yapsa kim bilir nasıl olur.
19.10, Konferans Salonu
Sinema koltuğuna oturunca fark ettim ki; yumuşak bir koltuğa oturmayı çok özlemişim.
(*) Yemin törenine kadar yapılan en uğraş verici aktivite. Sikmişti belamızı.

24.12.2008 Çarşamba, 07.25, Gazino

Çeyrek ekmek kime yeter ulan! Her öğünde çeyrek ekmek verir oldular. Yakında isyan çıkar bak. Kar da yağmıyor zaten.
Komutan ödev verdi. 15-20 yıl sonrasına, askere giden oğluna bir mektup yazıp gelecekmişiz.

Bunlar da benim kendime verdiğim ödevler. Üzerine düşünüp bir şeyler yazmakta fayda var.

Uzun dönem mi? Kısa dönem mi?
Askerliğim süresince genelde uzun dönem mi daha iyi, kısa dönem mi daha iyi diye düşündüm. Ve şe sonuca vardım; Örgün okumak çok anlamsızmış be!!

KBRN Tehlikesi

Askerlik çok fena ayak kokutan bir vatani görevdir.

Yeni başlayacaklara tavsiyeler:
Sabunluk, sabun, şampuan, traş köpüğü (bunların boyutu küçük olmalı. Zira cebinize koyup rahatlıkla yanınıza taşıyabilesiniz. )

Su basmanın incelikleri nelerdir?

“Isdırap”ı kelime dağarcığından çıkartmak.

Falan filan. Şimdi bakıyorum da; bir gün gibiydi.

21 Ocak 2011 Cuma

bilincli hafiza kaybi

Bilinçli hafıza kaybı ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum kaç zamandır. Başladım ama sonunu getirebilir miyim bu yazının bilmiyorum. Hadi hayırlısı.

Süper filmler, olağanüstü şekilde işlediler bu konuyu. Oldboy, Eternal Sunshine Of The Spotless Mind (Ne zormuş ismini yazmak, off)... Daha da vardır da ben bunları hatırlıyorum şimdi. Günün birinde ben de bu konuyla ilgili sinopsis oluşturmak istiyorum ama o başka konu, neyse..

Sanırım hepimizin hayatında vardır bu; hafızanın bir kısmını silmek, unutmak. Hatırladıkça Yüzümüzü kızartan, keşke hiç yaşanmamış olsaydı dediğimiz bir zaman dilimi. Kolay mı? Çok zor. Mümkün mü? Bence olası. Peki tehlikeli bir şey mi? Açıklayayım;

Madem filmlerden bahsettim, süper bir başka filmeden Fight Club'tan bir alıntı yapayım da, eksik kalmasın. Şöyle deniyordu. "Damağındaki yarayı dilinle oynamazsan, geçer. Ama dilin mutlaka oraya gider." (Tam bu olmasa da, bu minvalde bir laf var.) Entropi gereği (Bknz: Entropi) her acının geçeceğini, acının geçmese bile, bizim hissettiğimizin azalacağı için geçmiş gibi olacağını düşünüyorum. Bu salak cümleyi açayım; mesela kolumuzun en etli en butlu yerine gelecek şekilde bir toplu iğne batırdığımızı, ve onu oraya bir şekilde sabitlediğimizi varsayalım. O ilk batma anındaki acıyla bir saat sonra duyduğuz acı arasında dağlar kadar fark vardır. Ama iğnenin konumundan dolayı falan değil, entropi gereği.. Neyse, diyeceğim o ki; o en kötü An'a bile nasıl olsa alışıyoruz. Alışacağız, ama sürekli o yarayı kaşımak, o yarayı her zaman için kanatır mı? Hayır! Zihnimde cevabı bu kadar belliyken, peki neyden tereddüt ediyorum ki?

Bence bu "unutmak" işi sonu şizofreniyle biten bir süreç. Kendi kendini hasta yapmamanın en kolay yolu. Sürekli gözünün önündekini ne diye görmezden gelmeye çalışır ki insan? (off amma soru sordum.) Sanırım bunun cevabı da şu; korkuyoruz. Çünkü bir çok şeye cesaretimiz yok. Ve her şeye alışıyor insan da sadece korkularıyla başa çıkamıyor. Gerçekten de insan kendi kendinden korkmasaydı, neden zihninin en ücra yerine gömmeye çalışsın ki o An'ı?

20 Ocak 2011 Perşembe

o iş olsun da..

Hep hedefler koyuyoruz. Ve bu bir alışkanlık sanırım, insanın doğasında olan bir şey değil gibi sanki. Çünkü ancak o zaman çekilen çileler biraz olsun hafifliyor. Amaç duyulan acıyı hafifletmekse; o olana kadar bekleyeyim, ondan sonra yaşananlara döner bir bakar, mukayesisini yaparım diyebiliyorsun. Sanırım yaş ilerlerledikçe de ancak fark ediyorsun boşa kürek çektiğini. Erdemli insan dediğin de o hedefler olmadan
yaşıyor. Biliyor ki namaz kıldığı zaman cennete gitmeyecek. Cennete gidecek ama, namaz kılması gerektiği için kılıyor. Vesaire vesaire...

Kim bilir belki insanlar Tibet'in tepesinde bunun için zaman geçiriyor, bi gidip bakmak gerek.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Bir pozitif bilim olarak psikoloji

Hiç anlamam.

" Yıllarca psikoloji biliminin pozitif bir bilim olmadığını savundum. Oysa ki bunu yaparken en pozitif bilimlerin babası matematiği göz ardı etmişim. İstatistiği.. Yüzde bilmem kaç anlamlılık seviyesinde testler yaparken insanlara, tekrarlardan anlaşıldı ki; psikoloji aslında pozitif bilimler katagorisinde bulunuyordu."

İşkembe-i kübradan sallamanın en nadide örneklerinden birisi olan bu yazının varlığından dolayı bütün psikoloji ve istatistik bilim insanlarından özür dilerim.

Lavobo

"Lavoboya gidiyorum" diye bağırdı kız. Oysa hepimiz biliyorduk ki; oraya girdiğinde ya işeyecek ya da sıçacaktı. En iyimser haliyle elini-yüzünü yıkar belki de tıs tıs osurur, kim bilir ki kendinden başka??

Merak ediyorum tuvalet ne zamandan beri lavobo oldu? Ya da böyle "görgü kuralları" ne zamanadan beri de facto haline geldi.

Herkes yapıyor diye biz de mi yapmalıydık? Yoksa, aslında olmamız gerektiği gibi olup toplumdan "farklı" damgası mı yemeliydik?? Dilemmanın böylesi. Hem mis gibi ikilem demek varken dilemma demek de neyin nesi?? İnsanız, beşeriz de şaşarız da. En çok kendimizle çelişir, en büyük kavgaları da yine kendimizle yaşarız. Cehalet mutlulukken, niye kendimizi tanımaya çalışırız ki, ya da çevremizi?? En iyisi düşünmemek bu mevzuuları.

18 Ocak 2011 Salı

Frak

Frak'ın görünüşüyle alakalı bir problemim yok. Bürokrat olursam ilerde bir gün giyerim de, Bu ne len penguen gibi demem yani. Ama merak ettiğim ortaya çıkışı. Bana sanki şöyle gibi geliyor:

Zamanında İsveç dükünün birisi oğlunun evlilik merasimi için terzisine sipariş verir...

Yok yok. düğünlerde kullanılmaya başlanması, çok daha sonralara denk geliyor. işin aslı şöyle sanırım;

Zamanında İsveç Dükünün birisi kendi düğün merasimi öncesinde terzisini çağırttırır. Terzisinden, yapacağı bekarlığa veda partisinde vereceği maskeli balo için farklı bir kıyafet hazırlamasını ister. Terzi York Shire'lı Benjamin Fraklin farklı ne yapabilirim diye düşünür, ve en sonunda pengueni andıran bir takım elbise tasarlar. İki gün gibi kısa sürede tamamladığı bu kıyafetle daha sonra Altın Makas ödülüne de layık görülen terzi, kıyafeti balo öncesinde düke teslim eder.

Fakat aynı gece bu maskeli baloya davet edilmeyen Yukarı Stockholm kontu Jaje Ikea'nın bozgun planları sonucunda, İsveç-Norveç krallığı tarihinin gördüğü en karanlık, en vahşi geceye tanıklık eder. Tarihte Bıçkın Jaje olarak da tanınan kont, dışlanmışlığın da verdiği eziklik ile o gece baloya davetli olan herkesin kıyafetlerini paramparça eder. (Dükle olan husumetinin kız meselesinden olduğu yönünde söylentiler vardır) Bu kara gecenin ardından da tabii ki davetliler, Dük'ün düğününe katılamayacak duruma gelmiştir. Oysaki bütün hazırlıklar günler öncesinden yapılmış, bütün davetliler çoktan davet edilmiştir. Ve en önemli konuk da Monako prensi Prens Rainier'in babası Prens 4'üncü Albert çoktan yola çıkmış, ve hatta Göteborg civarlarına kadar da gelmiştir.

Bütün bu ahval ve şerait içinde Prens Albert'i karşılamak Dük'ün boynunun borcu olmuştur. Stokholm girişinde prensi karışılayacağını ulak ile haber eden dük, Bıçkın Jaje'den kurtardığı son kıyafet olan ve Fraklin'in kıyafeti anlamına gelen frağını giyinerek Aşağı Stokholm'de beklemeye koyulur.

Prens Albert, dük ile yaptığı görüşme esnasında dikkatini oldukça çeken bu kıyafeti çok beğenir. Tiz kendisine de diktirilmesini salık verir. Birkaç saat içerisinde kıyafetleri hazırlanır. Bir midyum bir de larç olacak şekilde iki tane frağını alan prens, "artık her görüşmemizde bunu giyelim" temennileri içerisinde ayrılırlar.

Zamanla devlet protokolünde yazılı olmayan bir kural olarak, bürokrasi tarihine altın harflerle kazınmıştır Frak. Düğünde falan da hiç giyilmemiştir.

Not: Her şey zihnimin bir oyunu.

16 Ocak 2011 Pazar

falım fallanacakmış haberim yok

Fala inanırım. Falsız da kalmam bakanını bulunca. Burçlara da inanıyorum, ama uzaylılara inanamadım bir türlü. Daha doğrusu akıllı yaşam formlarının varlığı aklıma yatmıyor bir türlü. Oysa NASA siyanürde yaşayan bakteri bulmuş. Marsta yaşayan amip neden olmasındı ki? Ama falın garip bir çekimi var bende, aynı şey değil.

Danyal peygamber remil falına bakarmış. Kum falına. Atarmış kumu, sonra yere düşen o kumlardan gelecek tahlili... Şey gibi geliyor, hani küçükken birleştirdiğimiz noktalardan zürafa şeklinin ortaya çıkması gibi. Zor değil gibi sanki. O zürafayı ortaya çıkarmak için bir noktadan sonra hangi noktaya gideceğimizi bilmemiz yetiyor. Sadece sayı saymayı ve okumayı bilmek gerekli. Fal bakan adam da o görünmeyen rakamları birleştiriyor baktığı şeylerde. İster iskambil kağıdına baksın, ister türk kahvesinin dibindeki telveye. O görünmeyen rakamları görebilmesi ise allah vergisi denen şey olsa gerek. Anlamadığım şey ise gelecekten haber vermek için neden bir araç kullanırlar. Oysa Kahin, Neo'ya "vazo için üzülme" demek için yaptığı kurabiyelere tepeden bakmadı ki. Delikanlı gibi dedi; "vazo için üzülme."

İkinci sınıftaydım. Annem arayıp, "sen ev arkadaşlarınla kavga etmedin değil mi?" diye sorduğunda çok net hatırlıyorum ki; kaba yerlerimle gülmüştüm. Ne alakası var, can ciğeriz, kuzu sarmasından halliceyiz derken annem; "Arkadaşıma fal baktırdım da, senin için ev arkadaşıyla kavga ediyor dedi" dediydi..

O günden sonra ev yaşantım eskisi gibi olmadı. İster benim algımdaki seçicilik (göze batma durumu) olsun, isterse de kaderin kazası. Ne olduğunu bilmiyorum ama ev içindeki mutluluk grafiği annemin o telefonundan sonra düşüşe geçti. Bir süre sonra da zaten o ev arkadaşlarımla ayrılmıştık.

O yüzden hiç emin olamadım fallar konusunda. Ya çok süper bir yönlendirme durumları oluyor (eşşeğin aklına karpuz kabuğu). Ya da gerçekten de aklın ermeyeceği bi garip işler.

Taksimde bir yerde içmiştim türk kahvesi. E kahve bu kadar pahalı, fal baktırmak da bedava olunca; falcı abla bahsetti işte bi şeylerden. Babamın ismini bildi mesela. Ama içinde şu harf var mı, yok bu harf var mı diye de baya bi sormuştu. Neyse, şey demişti sonracığıma. Bir erkek çocuğun olacak demişti, bekliyoruz halen daha bakalım. Ona güvenip ismini dahi hazırladık şimdiden. Bir de şey demişti. 27 Aralıkta önemli bir haber alacaksın demişti. Gerçekten de belirttiği tarihte bi iş daveti almıştım da gitmemiştim görüşmeye. Oysa niye gitmediysem? Halen daha aklıma geldikçe dellenirim. Falında çıkmış, ama sen elinin tersiyle itiyorsun.

Kader çok garip bir şey sevgili blog. Fallar da öyle. Kaderin bir kısmının fincanda görülmesi olası bence. Fincanın içinde görülenin de kadere dahil edilmesi de saçma değil ama.

Yazının sonunu tam getiremedim ama vardır bunda da bir hayır. Hadi bakalım.

14 Ocak 2011 Cuma

iyi olmak?

Kendimi bulma serüvenimde yeni bir başlık ile karşımdayım yine. Bugün iyi olmak ile ilgili bir hikaye var aklımda ama du bakalım, hayırlısı.

İşi subliminal mesajlar vererek, insanların borcunu ödemesini sağlamak olan birisi olarak iletişime dolayısıyla da bir şekilde insan psikolojisiyle ilgiliyim diyebilirim. (öyle hissediyorum lan, kime ne?)

İyi polisi oynuyorum hergün. "Bak ödemezsen banka fena yapıcak. Ama ben iyiyim, bana güvenebilirsin. Sana o kadar açığım ki, sen de bana açık ol" mesajı ile sadece doğruları söylüyorum. Fena da gitmiyo aslında, sanırım iyi bir taktik bu.

Ama iyi insan olmak için her zaman doğruları söylemek yeterli mi? Kimseyi kandırmadım diye böbürlenirken aslında kendimi mi kandırıyorum? Bilinçaltı demişken hazır; iyi birisiyim diye ortalarda dolanırken, bilinçaltından kötü imajını mı yansıtıyorum?? Elbette bilmiyorum, ama bu istediğim en son şey.

Bir de başkalarını önemsemek de sanırım iyi olmak için yetmiyor. Doğru bildiğini okumak en iyisi gibi. Çünkü keskin bir tanımı olmadığı için iyi olmanın, senin iyi gördüğün başkasına da iyi görünüyor. tek bir şartı var: aynı açıdan bakan, aynı şeyi yaşamış ya da ne bileyim aynı şekilde düşünen birisini bulmak yeterli iyi olmak için. Herkesin iyi gördüğü, bir kişi için bile kötüyse de zaten karşıdaki için kötüden öte gidemiyor. O yüzden, ne yaparsan yap. Kimisi iyi görecek, kimisi kötü.

Gelelim hikayeye. Aklıma geldi nedense. N'olursa olsun bildiğini okumakla alakalı bence.

Elif Şafak'ın Mahrem'inden. Nazar Sözlüğünden. Gözle, bakmak ve görmekle ilgili nazar sözlüğü. O sözlüğün en gözdelerindendir gözümde.

Ay çiçeği: ay çiçeği güneşe âşık olunca, gülmekten kırılmış bütün bitkiler. "güneş gökyüzündeki tahtından bir an bile ayrılmaz. kudretli ve ulaşılmazdır. sen kim, o kim. vazgeç bu sevdadan," demişler hep bir ağızdan. ay çiçeği sesini çıkarmamış. sevdalı gözlerini dikmiş güneşe; bakmış bakmış bakmış. uzun müddet hiçbir şeyin farkına varmayan güneş, nihayet bir gün, ay çiçeğinin bakışlarını hissetmiş üzerinde. önce geçici bir heves sanmış ama zamanla yanıldığını anlamış. ay çiçeği öyle inatçıymış ki, güneş tahtını nereye taşıdıysa, yılmadan usanmadan o yöne çevirmiş başını.

derken bir öğleden sonra, artık bu takipten bıkan güneş sapsarı gazabıyla kavurmuş ay çiçeğini. daha ay çiçeğinin üzerinde simsiyah duman tüterken, insanlar akın etmişler olay mahaline. "yaşasın!" demiş içlerinden biri."şimdi ne güzel çitleriz bu aşkı."

aynı gece televizyonun karşısında acıklı bir aşk filmine gözyaşı dökerken, çitlemişler ayçekirdeklerini.

10 Ocak 2011 Pazartesi

başka yer, başka zaman

"başka yer, başka zaman. sensiz ömrüm olsun. her şeyi al bir şansım olsun."
-murathan mungan'ın kalemi, müslüm gürses'in ciğeri; nilüfer.

lost o kadar işledi paralel evren mevzuunu. ama yetmedi; yine dellendim.



biri penelope cruz biri salma hayek. kaç gündür aklımdaki şeyleri toparlamaya çalışıyorum "başka zaman başka mekan" konusunda. pek bir yol kat'edemedim, ama sanırım şu var; bu ikiliden biri normal hayatta neyse diğeri paralel hayatta odur. ikisinin aynı ortamda bulunması ise söz konusu olamaz. tabi düşüncelere ket vurulamıyor ama üzgünüm pen, özür dilerim selma.

9 Ocak 2011 Pazar

dalgıç giysisi ve kelebek

bu sayfadaki yazıların hepsini okudum ve alper, sen kafan güzel olmadan yazamıyosun. seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım ;

öncelikle belirteyim 2 gündür temizim. çok içen birisi gibi de görünmeyi arzu etmiyorum,zira alkol dediğin özel tüketim ürünü. yani ayda yılda bir benim için. ama sansasyonel bi şey olsa. ne bileyim andy warhol'u haklı çıkarır cinsten konulara meze olsam, biri de der ki; "dur blogta neler yazmış?". sonra o biri bunu medyaya servis etse. "dümbük zaten alkolükmüş" dese, yakınlarım için hoş olmaz. üzülürler lan yazık.

gelelim asıl mevzuuya; şimdi aforizma olaylarına girmek istemem de düşünürken farkettim. hayat geçip gidiyor, ve müdahale edemiyoruz. tıpkı dalgıç elbisesi giymiş kelebek * gibi.

bir gün de paralel evrenlere değinelim.

8 Ocak 2011 Cumartesi

dünyanın en çok okunan yazarı

şimdi alkolun etkisiyle eski yazıları okurken farkettim ki; kimsenin farkında oladığını bilsen de, sanki dünyanın en çok okunan yazarıymış gibi yazılar yazmak dünyanın en iyi yazarının hissettikleriyle aynı şey sanki. ister milyonlar takip etsin, ister sadece kendin. bir şey hakkında fikir sahibi olmak, ve hatta ne olursa olsun kimseyi kandırmadan doğrulardan bahsetmek süper bir şeymiş.

teşekkürler kendim, seni çok seviyorum.