28 Şubat 2011 Pazartesi

magnum

Yıl bindokuzyüzküsür, Antalyada mevsimlerden yaz. Magnum dondurmaları yeni çıkmış, çok pahalı. O paraya öküz alınırdı yani. Halbu ki, ben gittim dondurma aldım.

İki tarafı ağaçlı bir yolda yürüyorum, bir yandan da dondurmamı hüptürüyorum.

Yukardaki ağaçlarda kuşlar cıvıldıyor.

Yürürken farkediyorum ki önlüğüme dondurmadan dökmüşüm. Damlamış, çikolatası uzamış.

"Tüh!" diyip sıyırıyorum dondurmayı parmağımla önlüğümden. Götürüyorum parmağımı ağzıma.

Ama tadı şekerli değil. Bilakis ekşi. Kumlu.

Kuşlar daha bir şen cıvıldamaya başlıyor o dakika tepemdeki ağaçta.

Sonrasını hatırlamıyorum.

25 Şubat 2011 Cuma

blog ama neden

Bir süredir kafamı kurcalıyor; ben buraya yazıyorum, iyi kötü fikrimi beyan ediyorum. Elimden geldiğince kendimi, kendimce anlatmaya çalışıyorum.. Ama neden? Kimsenin okumadığını bile bile, kendi özelimi neden yayıyorum ki burdan?

Sanırım şundan; Burası bir sandık içi. Burası yıllar önce kaybedilen, artık sararan kağıtlara yazılmış mektupların bulunduğu yer. Burası çok özel, ama henüz kimse bilmiyor. Çünkü, burası bir vasiyet alanı.

Söz gidiyor yazı kalıyor da, database'ler noluyor? binary olarak ne kadar saklanır ki bytelar? 5-10 ya da 20-30 farketmez. Ne kadar kalacak burada bunlar, kaç yıl daha? Popüler sitelerin hiç kaybolmayacağı yönünde bir karine var ya, ondan dolayı güveniyorum blogger'a.

Bir hikaye anlatıcam.


Adaleti ve gücüyle nam salan Hz. Ömer işsiz bir adamı yanına çağırır ve, "sana iş veriyorum" der.

Adam ne yapacağını sorduğunda her sabah kapısına gelip "ölüm var ey Ömer, ölüm var!" demesini, kendisine ölümü hatırlatmasını ister...

Ertesi sabah adam gelip "ölüm var ey Ömer!" diye bağırınca adama bir altın öder.

Ondan sonra da bu, her sabah tekrarlanır...

Aradan aylar geçer.

Bir sabah, adam yine kapısında beklemekteyken Hz. Ömer dışarı çıkar. Fakat adamı konuşmaya başlamadan durdurur:

"Al bu bir altını ve git, bundan sonra gelmene gerek yok..."

Adam haliyle sorar;

"Neden?"

"Çünkü" der Hazreti Ömer; "bu sabah aynada sakalımda ak bir tel gördüm. ben her sabah çoğalan ak telleri gördükçe o sözü kendi kendime hatırlayacağım..."


Henüz ak düşmedi ne saçıma ne de sakalıma. Ama biliyorum ki ölüm var. Kimse hatırlatmasa da, apansız gelivereceğini de biliyorum. Yaşlanıyor muyum ne? Bilmiyorum. Yaşlanınca n'oluyo ki? Neyse ne işte. Ama şunu biliyorum ki unutucam. Her şeyi unutucam. Şu anda, yarın ya da bir hafta sonra ne yapmam gerektiğini hep hatırlıyor olucam da, gün gelicek her şeyi unutucam. Burayı unutucam mesela. Gün gelicek, bırak yazmayı okumak için bile girmeyi bırakıcam.

Sonra bir gün apansız hatırlayacağım. Ölüm gibi tıpkı. Bir anda. "Aa dur bakayım neler yazmışım zamanında" diyeceğim. Hayat izin verirse tabi, ölmez sağ kalırsak bir de. Zaten ölmüşsek de ko'götüne gitsin. Çocuğum okur belki burayı "rahmetli babam nasıl birisiydi" diye. Komik geldi şimdi.

Buraları okuyan, tanıdığım tanımadığım biri olursa da şayet bilsin ki; mantarını kapatıp denize attığım cam şişenin içinde şunlar yazıyor;

Gamsız olmak gerek biraz, hayat dediğin nedir ki?


Son not: ister misin bi hafta sonra öleyim.

gülücük

21 Şubat 2011 Pazartesi

Müzik Bir Tarz Olayıdır

Okulumda almancı apartmanda yabancı
Bunları yaşamak inan ki çok acı
Okulumda almancı apartmanda yabancı
Bunu inkar eden yalağn çııaağ


Bilenler bilir. Türkiye'de bir ara kupon manyaklığı vardı. Gözü dönmüş gazeteler kuponla tencere-tava dışında devremülk tatil,binek otomobil hatta konser bileti bile vermişti. Cartel konserinin biletleri mesela.

ilk konserim değildi. Ama en önemli konserim ünvanını "Portishead" türkiyeye gelinceye kadar elinde bulunduracaktır.

Çocuk yaşta almancayla ve alman kültürüyle tanışıklığın verdiği gazla; bir yaşa kadar -ki bu da ergenlik yıllarına tekabül eder- kendimi yarı almancı hissetmişliğim vardır.

rep müzik eskiden şimdiki gibi değildi ki. mağma mamama mimimi mamimi mamimi.. severdim o zamanlar.. onları hala seviyorum gerçi. Cartel kesinlikle gençliiğimin grubudur. Cartel armalı eşofmanım hiç olmasa da, bol kıyafetler giyip, şapkamı yan takmasam dahi; seviyordum ulan! kime ne:)) Bol giyinmedim ama Grafiti yaptım. Şarkı sözü bile yazdım be kendi rap grubumla. Neydi ismi?? Heh; Otopsi

Müzik kültürüm de oluşmaya öyle başladı işte. Ama öncesi de var.

Cd yeni yeni çıkmıştı. Hiç görmemiştim mesela Cd'yi. Sadece "plak gibi ama aynalı bir şey" gibi bir tanım yapabilirdim cd için. Cd nerden çıktı şimdi derseniz de anlatayım. Bir ses vardı. Tarif edemediğim bir ses. Duyduğum ilk anda aşık olduğum; o sesin geçtiği, ismini bilmediğim yabancı şarkının radyoda tekrar çalması için sürekli zamanımı radyo başında geçirmeme sebep olan bir ses. Benim için sadece büyülü olan bir ses.

Radyo başında geçen sürede; o sesin geçtiği şarkı bir türlü çalmamasından sıkılarak, benden yaşça "biraz daha" büyük, ama daha görmüş geçirmiş teyzeme sordum.

Böyle bi şey var. Bu nedir dedim ve ağzımla bunu yaptım:
vışşşşşjjj jıfışıfı şıfı şıfı şıffıığğğğğjııfffff"
önce bir anlam veremese de gülerken; plakla yapılıyor o dedi.

Nasıl plakla ya? Zeki Müren'in sesi nasıl bu büyülü sese dönüşüyor? Uzay teknolojisiyle yapılan Cd olmasın o. Böyle aynalı falan. Sididir o sidi.
Diye içimden geçirdikten bir süre sonra Scratch ne demek onu öğrendim. O sıralara denk geliyordu sanırım cartel'le tanışmam.

Her ne kadar yarı almancı hissetsem de kendimi o zamanlar, Cartel'le tanıdığım Rap müziğin, protest kısmı değildi beni cezbeden. Hakan peker'in, Çeliğin, Tarkan'ın şarkılarından daha farklı bir şey vardı. Scratch pek yoktu ama daha farklı şeyler de vardı. Bass gitar vardı mesela. Ama insan çalıyor gibi değildi.

Sabah gazetenin kampanyası dahilinde Cartel'in Antalya konseri geldiğinde, o zamanlar sabah gazetesinde çalışan babamın müdahaleleri yüzünden konser için kupon biriktirememiştim. Biriktiremediğim gibi "ehh ben gidiyorum deyip" çıkıp gidecek durumda da değildim. Oturdum ağladım ben de. Ağladığımı gören babam, kendisinden beklenmeyecek bir performansla, sarı basın kartından aldığı güçle; aldı beni, konser alanına soktuğu yetmezmiş gibi, en önde nerdeyse sahnenin içinde, sub bassların dibinde bir yere götürdü. O gün ses dalgalarının gücüyle tanıştım işte...

Sonra Cartel dağıldı. 3 alt ekip kendi yollarında devam etti. O zaman bir şey daha öğrendim ki rap müziğinin bir de alt dalı vardı; Hip-Hop. Erci-e sağolsun tanışmama vesile oldu bu türle. Eğlenceliydi. kıpır kıpırdı. Ama sözleri kimi zaman gerekisiz gibiydi.



Hip-hop tanistim, evet dedim istedigim, dinlemekten zevk aldigim muzik tarzi sanırım bu. Çünkü insan neden sarki dinler ki; en nihayetinde duygularini harekete gecirmek icin. En hoppa yillarimda hiphopla tanismam, bu acidan kendi paralelligini olusturur. Ama erci-e sarkilari tam tatmin etmiyordu. Bunun bozuk turkceyle alakasi yok, öyle müziğe sözler yakışmıyordu. Ama nihayetinde rapi rep yapan sözleridir. Bunu Eminem ile anladığımda; "Bana sözsüz bir şeyler lazim" dedim.

Hande Yener'den daha erken tanistim elektronik muzikle. Icq'da msn'de hiç, dj crazy serseri xxx gibi önadlar kullanmadim. Ama sevdigim tarzi baskalarina dinletmeyi, ve o baskalariyla birlikte eglenme firsatlari buldum. Şöyle ki;

O, benden biraz büyük teyzem evlendi. Gerci sonra boşandı ama Mecni eniştem, benim her zaman takdir ettiğim biridir. Zaten halen daha görüşürüz.

Mecni Sanay; kendi ses-ışık-görüntü firmasında (mc), kendi yağıyla kavrulan biridir. Lise yıllarında yanına gidip gelirken sorgulayan kişiliğimin temellerini atmanın yanında, tonmaiterlik nedir? Disc jokey'lik nasıl yapılır eğitimlerini de aliyordum. Tabi cartel konserinde tanıştığım subwooferlarin ameleliğini uzunca süre yapmak vücut gelişimim için arti etki yaparken, ruhsal acidan ssbır testleri gibiydi. Önceden televizyondan gördüğüm kocaman kocaman mikserler, dev gibi kolonlar, pikaplar, cd playerlar..

Kıpır kıpır, hareketli, çıstaklı, elektronik altyapılı şarkıları seviyordum. Ama yine bu şekilde çıstaklı, ama dinlerken ilginç şekilde dinlendiren Chill Out tarzıyla tanışmam da aynı zamana tekabül eder.

Buddha-Bar ile;

Buddha bar serisine bu dönemde rastladım. Öyle mistik, öyle büyüleyici bir albümdü ki; Onun etkisiyle halen da hafızamdan silmek istediğim, utanarak andığım hareketlere sebep olmuştur.

Playback Music'teki o yönetici abinin ismini hatırlamyorum, ama Buddha-Bar cdlerini ben araklamıştım. Cam Pramit'teki fuar dönüşü yaptığım bu ahlak dışı olayın artık cezai yaptırımı kalmamış olabilir belki ama vicdani ağırlığı çoğu zaman beni eziyor, çok üzgünüm.

Kendimi tasavvufa verdim Mercan Dede dinledim.

Hareket lazım oldu Bomfunk Mc's dinledim.

Kurtis Mantronix, Fatboy Slim gibi aşmış dj'lerin varlığını öğrendim.

2001'de sözlükle tanıştım. Sourtimes.org'un sourtimes'ı nedir diye bir araştırma sonucunda portishead'le olan ilişkimiz başladı.

Gerçi sadece müzik tarzım değil, hayata dair bir çok fikirlerimin olgunlaşmasında kutsal bilgi kaynağının etkisi büyüktür, müteşekkirim.

Bir iki yıl sonra üniversiteye başlamamla apayrı bir hayatımın oluşu, benim kişisel gelişimimde, sözlük kadar etkilidir elbet.

Sonrasının bir kronolojisi yok.

Aphex Twin'le de tanıştım. Hatta fruity loops sağolsun taklit etmeye de kalktım da. Ama elbette pek başarılı olamadım. Bu benim tarzım değildi.

Bu hiç değildi; papi pağpii papbi çuğlooo

Abidik barlarda insanları, abidik şarkılarla eğledirmeye çalıştım. Beleş bira uğruna olmayacak şarkılar çaldım, neyse!

Pek başarılı bir disc jokey değildim. Zira yeteneğim yoktu sanırım müzik konusunda. Darbuka bile çalamam ki, ritm duygum yok. Ama dijital ortamlar işi kolaylaştırıyor tabi, BPM'i tuttur sonra koyver gitsin. Ama geçişse diceyliğin özü; süper geçişler yaparım, yapardım. Şaka bir yana. Bizim yaptığımız disc jokeylik falan değildi tabi. Öyle eğlendik kendi halimizde. Ne adamlar var be. Dj Tarkan mesela. Aşmış kişi, no smoking man!


Sırada süper insan jay-jay johanson'la tanışmam var.Gerçi ilk nerede, ne zaman ne şekilde karşılaştım hiç hatırlamıyorum. Kendisinesüper insan dedim de, insan demeye dilim varmıyor aslında. O kadar severim. Yaptığı müzikten ziyade, hayallerinin peşinden koşmasından dolayı hep en gözdem oldu kendisi.

Portishead'i dinletikten sonra "ben de böyle müzik yapmalıyım" diyerek mimarlığı bırakmış birisidir. Söylesenize; hangimizde var bu cesaret. Belki argümanları çok kuvvetliydi, ne bileyim; müzikal geçmişi, eğitimi, çevresi vesair. Tabi ki yetenekler bu konularda birincil etkendir. Ama en azından sevmediği, hatta yıllarca eğitimini aldığı işi "eyyh" diyip bir kenara atabilecek cesarette birisi.

Tarzın ne sorusuna "tiriphapçıyım aga ben!!" cevabını vermemin ikinci sebebi. Adamımsın ceycey!!

ve son söz;

trip-hop birdir, portishead onun kulu ve elçisidir.

16 Şubat 2011 Çarşamba

aşk tesadüfleri sever

Aşk Tesadüfleri Sever adında bir film varmış. Varmışş, çünküğ izlemedim. Öyle cıvık aşk filmlerini anımsattığı için de önyargım var; izlemeyi düşünmüyorum şimdilik. Ama bir sebebi daha var izlemek istemeyişimin. O da; babadan dolayı: Müslüm Gürsesoviç.

Bu film çıkana kadar, bu kelime dizesinin bana hatırlattığı şey; züpper ötesi bir müzik albümü. Ve haliyle ondan daha muhteşem bir şarkıydı. Ama şimdi buna bir de salya sümük bir aşk filmi eklendi. İzlediğimde filmin diğerlerine baskın gelmesinden korkuyorum.

Yoksa aşk dediğin şeyin ne işi olur tasadüfle, rastlantıyla.

asansör

Asansörlerin içi neden sus pus olur?

Cevabını tam bilmiyorum, sanırım kapatılmışlığın verdiği bir şey. Bu konuda bir araştırma yapıldığını da sanmıyorum (İskoç ya da Norveçli bilim adamlarına bu konuda güveniyorum gerçi) Ama pür enerjiyle girilen asansörde yapılan en anlamlı aktivite; ya yere bakmak oluyor ya da kaçıncı katta olduğumuzu gösteren sayıları takip etmek. Olmazsa olmaz kural, arkadaşlarınla kanlı bıçaklıymış gibi davranmak. Öksürmek bile en büyük günahlardan.

Keşke dünya asansör gibi olsaydı. Ne sessiz olurdu, di mi??

yukarıdaki keramet

Malum çatal yazımdan sonra; kendimle daha samimi olmam gerektiğine karar verdim. Evet, sırrım gizlim saklım kalmasın. Kalmasın ki bloğun bir anlamı olsun. Madem fikir beyan etmek için çıktık bu yola, her fikrimi açıkça belirtebilmeliyim deyü düşünüyrüm..

!

Kadınlar erkeklerin götüne -tamam la tamam- poposuna bakarmış. Yeni öğrenmedim de, yeni dank etti. Ofiste, afedersiniz balık etli kaba yerimi kalabalığa dönüp, vücudumu 110 derecelik açıyla büktüğümde tesadüfen yönelinen bakışlarla dankettim tekrardan bunu. Oysa çok saçma be aga! Kadın niye bakar ki adamın ardına? Neyse..

Erkek nereye bakar diye düşünüyorum da. Çok muamma. Çok çeşitten dolayı muamma ama. En popüler iki cevap nedir diye bir araştırma yapsa sosyologlar, ben sonuçları açıklayayım şimdiden. Göt ve meme! Hayvanlaştığımın farkındayım. Lakin gerçek bu. Çevirsen sorsan yoldan yirmi bayana? Usturuplu sormak kaydıyla; "nerene bakar bu adam nesli?" desen, biri bile demez ki; "benim serçe parmağıma bakarlar" diye. Hep aynı olur; popo ve göğüs. Ben neye bakıyorum diye samimi olmak istiyorum da; ikisi arasında seçim yapmak zor, ama yukarıda keramet vardır. Ah şu dürtüler yok mu?!

Bir de fetişistler var. Bakalım ne demekmiş fetişist. Baktım, "türlü türlü şeylerden tahrik olan insanlara verilen ad" diyor sözlük. Bu yuniseks bi olgu. Yani kadınla erkek aynı şeyden tahrik olabilir. Düşünsenize damar fetişisti iki varisli. Peehhh!! Şüphesiz ki, aşkların en güzelidir onlarınki. Samimiyet vakti geldiğine göre belirteyim tahrik unsurumu. Yada boş ver lan, o kadar da ifşa etmeyelim kendimizi. Bilen biliyor nassa.

Sağlıcakla.

meme çatalına kayan göze genel bakış süsü vermek

Ahahah!! Sözlükte gördüm bu başlığı. oraya yazmak yerine buraya yazayım dedim.

Neden mi böyle yapılır?

Sırf "Abaza! Pis sapık!" damgası yemeyip surata "tüüüh" diye tüprük yememek için. Vallahi bak.

Şimdi argadaş! Zaten yüzlerce kadınla birlikte çalışıyorum. E hepsi de, düğüne gider gibi giyiniyor nerdeyse.. (sabahın köründe üşenmemelerini, hayret ve taktirlerle karşılayıp başka bir konuya saklıyorum bunu) Şimdi bu kadar karşı cinsin olduğu bir ortamda zamanla da yabancılık kayboluyor. Tabi genişlik meselesi birazda. Ama zaman zaman girilen regl muhabbetleri bile gördü şu saf benliğim. Düşün artık. Bırak, kadınla kadın olma! diye içimden geçireceğim günü iple çekiyorum.

Ammaaaağğ

Yabancılık kayboluyor da. Bi yere kadar di mi?

Göz de kaymadığının olmadığının da olduğu kimi durumlar mevcutlar dahilinde zaruriyet haline geliviriy!

Tüm bu ahval ve çatal içinde, böyle insanın gözüne gözüne sokar gibi durumlarda on kaplan gücünde olması lazım olan bir özellik. Allahın biz aklı evvel erkeklere bahşettiği bir güzellik. Ama çakal karlos ırkından gelme kadın nesli yer mi? Tabi ki yemez. Hatta böyle bakarken yakalama olaylarının da çoğu kadının hoşuna giden bir durum olduğunu duydum. O yüzden yiyormuş taklidi yapabileceklerini düşünüyorum.

Amaan neyse ne işte. Olur arada öyle.

13 Şubat 2011 Pazar

olmaz olmaz deme

Bir alkol gecesinde daha sizlerle birlikteyiz.

Dur bakalım neler çıkacak??

Evveliyetle alkol alınca burası aklıma geldi. Ehhiy ehiy diye içimden geçirmemle sayfayı açmam bir oldu. Halbu ki daha önce de dedim; alkol ayda yılda bir alınan bi'şi, lakin alınca elime vuruyor işte beya..

Şunu farkettim ki; Asla büyük laf etmem derken de büyüük bir laf etmiş oluyorsun.

"Olmaz olmaz deme."

Hayatta klişe laf etmezdim mesela, ama bak. olmuyor. insan önceden kendi kendine kurduğu şeyleri, gün geliyor gerçekleştirirken, olayın bizzat içindeyken buluveriyor.

Çekim yasası bu olsa gerek. Abuk bir örnek vermek istiyorum. Mesela saydırsam ben içimden; Sinek yemicem, sinek yemicem, sinek yemiyeceğim diyip içimden geçiriyorken bir de bakmışım, kurbağa gibi sinek dilliyorum. Ne kadar çekimli bir şey di mi aga'cım

Pehh.

Realiteye dönelim. Ne diyordum.

Allah'a inanıyorum. Korkuyorum da. Çok zaman bizi pek umursamadığını düşünüyorum aslında. Ama hep şükrediyorum, en azından nefes alıyorum diye... Ama hayatta sınav yaparken herkes için aynı şekilde adil davranmıyor. Allah herkese kaldırabileceği kadar dert verirmiş derler de, o skala da sonuçta herkes için aynı geliyor en başında. Hastanede karışan zengin çocuğuyla fakir çocuğu yıllar sonra, birinin tırnağı kırıldı diye gözyaşı dökerken diğeri de çocuğuna yiyecek yemek bulamadığı için kahroluyodur, ne bileyim. Oysa ki tam tersi olmalıydı. Derin konular. Ama bir şeyden eminim; Dert dediğin aslında dert değil be. Neler var hayatta??

Haydin eyvallah. Yeter bu kadar.

12 Şubat 2011 Cumartesi

ses burun altın

Ne yazcağımı bilmiyorum. sadece yazmak geliyor içimden. Bakalım ne çıkıcak sonunda...

Bugün bir altın ödülü daha aldım. En önemli sistem geliştirme önerisi olarak ödüle layık gördüler sağolsunlar. bu son aldığımla birlikte üç etti. yaptığım otuza yakın öneriye 3 çeyrek altın. İşin altın kısmıyla ilgilenmiyorum da keşke bunun geri dönüşü daha farklı olsa. neyse.


Soruyolar nasıl aklına geliyor bunca fikir, öneri diye. bilmiyorum ki ben de. Bir anda geliyor işte. Sorguluyorum, "ben bunu yapıyorum ama neden yapıyorum?" diyorum. sonra da; "aga bunu yapıyoruz da, şöyle yapsak daha iyi olma mı? he valla olur" diyorum. Ve fikrimiz üretildi. hayırlı olsun. Üretmek sorun değil de, boşa kürek sallamak fena. Emin olsam boşa olmadığına neler çıkarttırırım da, neyse...

Aga'cım! çok fena bir şey mikrofonla bissürü insana bi şeyler söylemek. Sesinin titrediğini farkedince ki hele, uff uf. şeyden dolayı o ya. sesini duyamıyosun, dışardan gelen ses daha baskın olunca da şöyle bir monolog oluyor;

-bu benim sesim değil.
-kim konuşuyo lan?
-aa ağzım oynuyor.
-lan? ne diyodum ben.
-sktir, sıçtık.

sonrası yalandan öksürükler falan.

eğğğm, iğğğm, ehöm möhöm...

dı dın dın dı dın. dı dın dın dı dın. terminatör geliyor babovv.

terminatör dedim de, gözüm aklıma geldi yine. gözüm kızarınca bildiğin terminatör oluyorum yav. e alerji yüzünden kuzum, kızarıyor işte. ama kızarmak ne kelime? ama öyle güzel bir kaşınma yok ki!! seviyorum şahsen. yaşları akıta akıta. bastıra bastıra. köpürtülmüş çay bardağını su altından durulamak gibi.

gucjur gajjur gujjur gaccur. şıııııııı

Burun ameliyatı olmam lazım. benim deliklerim... küçük ama içi üçartıbir, fulartıful burnumun delikleri hava geçirmez oldu. zaten alerji hayatımı karartıyor. ooğğf. en kötüsü de damak kaşıntısı. bebeklerin emzik emmesi gibi. kaşınıyorr agh

gucukgucukgucukgucukgucuk


sıkıldım. yeter bu kadar.

11 Şubat 2011 Cuma

ironik

Bugün işe gelirken, servis camından dünyayı izlerken; bir sokak köpeğinin gözlerinde gördüm hüznü. Oysa bir sokak hayvanının ne derdi olabilirdi ki bizimkilerin yanında..

8 Şubat 2011 Salı

tatak

Biriyle konuştuktan iki dakika sonra tuvalete girip, ayna önünde kafayı geri doğru attığında burun deliklerinin siyahlığını bozan bir şey varsa; bu üzücü bir durumdur.

Bir tanım bu kadar kasılır.

7 Şubat 2011 Pazartesi

bülekböri

"İş adamı mısın lan, n'apıcan o telefonla" derken aynı duruma biz düştük şimdi, görüyon mu sen?

Büyük lokma, büyük laf olayı değil de..

Küçükken evdeki bozuk paraları toplayıp "Bakkal amca, buna ne alınır?" diye sorardım.

Onun gibi;

Evdeki miladı geçmiş telefonların hepsini toplayıp telefoncuya gidip, "vayfaylı bi şey almak istiyorum, ne var?" diye sorduğumda; "güzel abim elimde tam sana göre bi şey var. " cevabını almamla başladı her şey. Sonra klasik türk tipi pazarlık aşamasına geçildi. telefoncu "garantisi bile devam ediyor" kozuyla beni kündeye getirdi, Ve son bir hamleyle tuş! Nihayetinde ben de iş adamları gibi olmuştum. Çok mesudum.

2 Şubat 2011 Çarşamba

ulaşılmayanın değeri

İktisadın en önemli konusu; arz-talep dengesi. Bir şey ne kadar bolsa ucuzdur, değersizdir. Ama ne kadar az olursa, ulaşılamadığı için o kadar değerlidir. Peki hiç ulaşılamayan?

Aklımda bir tane konu, ve bunu anlatmaya çalışacağım üç hikayem var.
On Emir
tabu Fr. tabou
a. 1. din b. Kutsal sayılan bazı insanlara, hayvanlara, nesnelere dokunulmasını, kullanılmasını yasaklayan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen dinî inanç. 2. top. b. Tekinsiz. 3. sf. Yasaklanarak korunan (nesne, kelime, davranış).
Güncel Türkçe Sözlük
Musa peygamber, kavmini vaad edilmiş topraklara götürürken Tur dağına, vahiy almak için çıkar. Fakat Musa'nın uzun bir süre boyunca dağdan geri gelmemesi israiloğullarını telaşa düşürür. Zaten meyilli olan kavim, Samiri isimli birinin kışkırtmasıyla bir buzağı heykelciği yapar. Musa ellerinde 10 tane emirin yazdığı tabletlerle aşağı indiğinde bu duruma çok kızar. On emri okur ve Samiri'yi kovar. Sonra da yollarına devam ederler. O on emirin bir maddesi de "Put Yapmayacaksın" buyurur.

Tabunun cazibesi o topluluğun en zayıfını mı seçti, en cesurunu mu? Bilemedim. Ama hepimiz Samiri'yiz.
Arabesk
Arabesk yaşamları takdir ediyorum. Mazoşistlik bana göre değil, ama anlaşılabilir bir zevk olayı. İnsan aldığı zevki sürekli olarak arttırma yolunu arıyor hep. Bu uğurda kafasına torba geçirenler mi dersin (oha?), altınvuruşla biten hayatlar mı istersin. Arabesk yaşam da öyle işte, acıyı seviyorsan; sürdürebilmek için en uygun araç arabesk. Gözlemlerimde pek yanılmam(yürü git!), muhtemelen şöyle oluyor:

Yağız delikanlı aşık oluyor, hafif serseriliğe meyilli zaten. Kız bakmıyor tabi ona. Beğenmiyor, çirkin buluyor, korkuyor, ailesi karşı çıkıyor, abisi dövüyor. Ne bileyim; olmayınca olmuyor kısacası.

Sonrasında duvar yazılarından takip ediyoruz bu karşılıksız aşkın devamını. Oysa bir tutkuya dönüşmeden, ne bileyim ilk andan karşılığı olsaydı kimbilebilir; belki ancak bir hafta sürerdi o muhteşem platoniklik.
Merak kediyi öldürdü
Çok sevgili, aynı zamanda da rahmetli kedimiz Bambi'nin hikayesidir bu. İlginç hayvandı Bambi. Bambiden yola çıkarak genelleme yapıcam, ve bu sefer bu genelleme yanlış olmayacak, zira merak kediyi gerçekten de öldürüyor. (yaptım bile)

Bambi öküz gibi olmasına rağmen, kuru mama kutusunun sallandığında çıkan sesin geldiği yöne doğru, amcaoğlusu kaplan misali dört nala koşturan bir hayvandı. Lazerlere karşı zaafı olan, çoraplarla arası pek iyi olmayan kendi halinde bir iranlıydı.. Lavabonun içine kıvrılır, balkonun pervazında pervasızca gezerdi. Kelebekleri pek sevmiyordu bir de, peşinden koşturup gidiyordu mal gibi. Yakaladığını da görmedim hiç. Hatta bir gün yine balkon pervazında gezinirken boşluğa doğru atlamıştı. Neden? Kelebek gördü diye. Bu ona bile fazlaydı. Mantıklı davranıp atlamamalıydı oysa ki. Allahtan ben ordaydım da tuttum kolundan, çektim onu tam düşerken. Acılı bir süreçti benim için. Zira tırnakları çok can acıtıcıydı, ama o kurtuldu ya, ne önemi vardı ki???

Tabular tutkuya, tutkular acıya, acılar insana dönmeli ruhumda!


Bambi'nin tutkusuydu. Yağız delikanlının da. İkisi de Samiri'ye kurban gittiler. Çünkü onlar ulaşılmayanın peşinden koştular. Sonuç; Samiri kovuldu. Yağız delikanlı kendini duvar yazılarına verdi. Ve Bambi. Bambi'nin akıbetini bilmiyorum. Öldüğünü duydum en son. İçindeki kelebek sevgisi de ölmüştür muhtemelen onunla birlikte..

Sanırım anlatabildim.

Sevgiyle..

dolar yeşili

Hiç yerde para buldunuz mu? Muhakkak bulmuşsunuzdur, herkes bulur. Ben de çok buldum. Ama biri kadar hiçbiri etkilememiştir beni. Ne aç ve çulsuz kaldığımda bulduğum, ne de yayan ve yorgun olduğumda bulduğum. Aslında tam olarak buldum da denemez ona, ama neyse.

Okulun son senesinde evi kapatmıştık. Sadece sınavlar için gidip gelirdim. Kalacak ev olmayınca da pansiyonlarda geçirirdim bu sınav zamanlarını. Olay mahali o kaldığım pansiyonun on metre çapıdır. O konuya gelicem. Yalnız;

İnsanların bir ortak noktası da, herkesin kolpacı bir tanıdığının olması. Neden böyle davranıyorlar, neden olmamış şeyleri olmuş gibi anlatıp insanların iştahlarını kabartıyorlar bilemiyorum. Ama lisedeki kolpacı arkadaşlarımın hikayeleriyle düş deryalarına dalıp dalıp çıktığımı da çok iyi biliyorum. Bu kolpa hikayelerin birisi de şöyledir; Kahramanlarımız turistin bol olduğu Antalya'nın ara sokaklarının birinde 1000 Mark bulur ve o Mark'ların nasıl afiyetle, çatır çatır yendiğiyle ilgili çok çeşitli serüvenler yaşarlar.

Gelelim olaya. Pansiyondan bahsettim. Bir final haftasında pansiyonun kapısından çıkıp(oha pencereden çıksaydın ayıcık) dolmuşa doğru volta almıştım ki, o da nesi?

Beş adım uzakta bir şey.

Dört adıma düştüğünde aradaki mesafe yeşili gördüm önce.

Dünyanın yuvarlak olduğunun kanıtıdır ya gemilerin önce bacasının görünmesi. Ben de kendi hayal denizimde geminin bacasını görmüş gibi sevindim üçüncü adımımı attığımda. Zira yerde bir para duruyordu. Gıcır gıcır, yemyeşil.

Kanaat kullanarak, iki buçuktan iki verdiğimde aradaki mesafeye; bariz şekilde okunuyordu, yerdeki yeşil şeyin üzerinde "100" yazdığı. Lisedeki kolpacı arkadaşlarımı andım ilkin. Dedim ki; "yıllarca çocukların günahını boşuna almışım." "Demek ki gerçekten de oluyor böyle şeyler."

Uzanacak mesafedeydim artık. Önce sağa baktım, temiz. "Neler alırım ki acaba?" diye bir kulaç daha atarken masmavi iç denizimde, bir yüzücünün aksine olanca yavaşlığımla çevirdim başımı sol tarafa. Sol da temiz.

Dibindeydim artık. Son bir ihtimal başımı geriye doğru çevirdim, orada da kimse yoktu. Rüzgardan korkar da kaçar belki o "şey" diye ayakkabımın ucuyla kulağına bastırdım. I ıh, kaçacak durumda değildi, bıraktım. Hayal denizimde ters yüzmeye başlamıştım artık. Keyfim gıcır. tek isteğim "o"nu alıp koşa koşa ordan kaçmak.

Eğildim.

Elim değdi.

Elim üzerinde gezinirken almak için; kıvrık bir yerini aradım, bulamadım. "Ben kıvırırım o zaman köşesinden!" diye, tuttum nefesimi daldım dibe doğru. En dibe ulaştığımda elime kum taneleri geldi. Ciğerlerim acıdı. Ama kumdan başka bir şey yoktu ki dipte. Aradım, sadece kum. Hep kum.

Ciğerlerimin nefese hasreti, "yüzeye doğru çık!" emri verdi kendime. Olanca kuvvetimle çıkarken yüzeye, küfür ediyordum içimden. Sonra karar değiştirdim. İçimden ettiğimi dışımdan söyledim.

"Şerefsizler, şaka parası yapıştırmışlar kaldırım taşına. Piçler!!!"

Dolmuşa bindiğimde etrafta kameraya benzer bir şey olmadığına emin olmaya çalışıyordum. Yıllar geçti. Hala emin olamıyorum.