4 Aralık 2008 Perşembe
nikola tesla
büyük adamdır. çok büyük.
evvela bunun çırağından bahsederek lafa giresim var. bu insan, yani çırak; ustasının fikrinden yola çıkarak gidip radyonun patentini almış, şerefsizin önde gideni bir insandır. gerçi amerikan patent dairesi bir güzellik yapıp bu patendi kaldırarak, gerektiği gibi tesla adına tekrar düzenlemiştir. gerçi aynı patent dairesi bundan 100 kadar yıl önce "bulunacak her şey bulundu. artık gelmeyin ben bir şey icat ettim diye" diyen dairedir. o başka konu.
çocuk gibi adamdır tesla. bir gün kendine uzaktan kumandalı bir oyuncak yapmıştır. ya uzaktankumandalı araba ya da bir gemi. şu an için hatırlayamadım. ama ilk radyo olarak sayılan bu oyuncağın temel prensibinin şu an arabaların anahtarlarından uydulara her türlü alanda kullanılması da son derece çocukçadeğil midir?
tesla'nın bir numerolu rakibi edisondur. anadoluda edizhun olarak da anılan edison'un en büyük ayrılığı alternatif-düz akım meselesidir. tesla alternatif akımı bulup savunurken, edison trilyonlar kazandığı doğru akımın köpeği olmuştur.
800 kadar patentli buluşu vardır teslanın. bir rivayete göre de ampulü de o bulmuştur. hatta amerika kendisinden görünmezlik çalışmalarında bulunmasını istemiştir. ve rivayete göre kendisi abd'nn kendisine çalışma ortamı olarak sunduğu denizaltı üstünde bu çalışmalar sonucu bir denizaltıyı tamamen görünmez yapmıştır. yalnız bu kapırfiyld'den bildiğimiz göz yanılsamalarından kaynaklanan bir görünmezlik değil bildiğin kaybolma olma durumudur. hatta bu denizaltının içinde bulunan insanları da kaybetmeye çalışırken bunları tamamen yok etmiş ve geri getirememiştir. bunun üzerine amerigan hükümeti de yusuf yusuf öterek projeyi geri çekmiştir.
wireless kullananlar internete kabloya ihtiyaç duymadan bağlanmanın ne büyük bir güzellik olduğunun farkındadırlar. tesla da buna benzer bir rahatlığı insan ırkına yaşatabilmek için kablolara ihtiyaç duymadan elektriği iletmek adına çalışamlarda bulunmuştur. bunun mümkün olduğunu sefalet içeriside ölene kadar söylemiştir.
hatta ve hatta bugün insanların ufo sandıkları şeylerin bu şekilde iletilen elektrik enerjisi sonucu olduğu da söylenmektedir. ben onların yalancısıyım.
değerini bilemediler tesla, amına koyayayım edison!
3 Aralık 2008 Çarşamba
Nasıl Militarist Oldum?
02 aralık 2008
00:30 . Antalya otogardan İzmir'e doğru hereket
08:00 İzmir otogara varış
08:35 Gaziemir ulaştırma komutanlığı önünde sıraya giriş
11:22 Binaya giriş. üst araması ve telefonların kapatılması
11:40 50 kişilik gruplar oluşturuldu. ve gruptaki adayların yakasına takması için bir sıra numarası dağıtıldı. (ben 27'nci grup 3043 numaraydım)
12:00 grup tek sıra halinde bir koridorda sıraya geçti.sırasıyla "sınıflandırma sonucu tebliğ/tebellüğ - izin belgesi"nden üçer kopya alınarak boş bir salona geçildi.4 saattir ayakta bekleyen bizler ilk defa burada oturarak beklemeye başladık.
12:20 askerlik hayatımın ilk emrini aldım. "27'nci grup kalk!" buradan da salonunun sonundaki kantine yönlendirildik. kantinden yeni birer zarf almamız söylendi. askeriyenin ucuzluğuyla ilk burada karşılaştım. zira bir zarf, bir kurşun kalem, bir siyah tükenmez kalem, bir silgi ve bir de kalemtraş halindeki zarf pakedi 1 ytl'ye satılıyordu. Bu salonda daha önce 3 örnek halinde aldığımız izin belgelerinin üzerindeki bazı kısımları doldurduk. buradan da kamelyaların olduğu bahçeye geçtik.
14:45 bahçede yeterince beklediğimize kanaat getiren komtanlarımız bizi mülakat binasına aldılar. burada ilk önce eski zarflarımızı açtık. içindekileri yeni zarfa aktardıktan sonra eski zarflarımızı elden ele ulaştırarak çöpe attık. tabi bu işlemler hep numara sırasına göre oluyor. daha sonra yine sandalye üstünde beklemeye başladık. ben yarım saat kadar uyumuşum burda. ben uyandıktan 10 dakika sonra da bizi sırayla salonun arka kısmına aldılar. burada ilk önce sabıka kaydımıza bakıldı. daha sonra asal temsilcisine evraklarımız kontrol ettirildi. izin belgelerimizin biri orada bırakıldı. daha sonra eski numaralar çıkartılarak yeni aday numarası yakalara iğne ile tutturuldu. aynı salon içerisinde bir köşede grup ile birlikte toplandık. komutanın sorduğu şehit yakını, konservatuar mezunu, uzun yol zabitliği yapmış olan var mı türündeki sorularına maruz kaldık. mülakat dedikleri buymuş. oradan da 2 metre ilerideki tabip asteğmenin huzuruna geldik. yine grupça çöktük. çavuşun direktifleri doğrultusunda optik formun üzerine tabip asteğmenin adını yazdık. daha sonra da sırayla bu formları tabipe imzalattık. ve binanın dışına çıktık.
16:15 otobüs bizi mülakat merkezinden alıp sınav olacağımız alana götürdü.
16:40 sınava başla komutu
17:40 kalem bırak emri
17:45 son işlem için bir başka alanda toplandık. bu alandan evraklarımız içindeki 2 diploma fotokopisinden birisinin ayrılması istendi. ve aday numaramızın kırmızı kalemle sağ üst köşesine yazılması söylendi. daha sonra diğer evraklar ve izin belgelerimizin bir tanesini yeni zarflara koymamız, diğer izin belgesinin de kaybetmemek üzere cüzdanımıza/ceplerimize koymamız emredildi. sırayla bir masaya ilerledik. burada optik formlar kontol edildi(ismimiz, numaramız tutuyor mu diye) ayırdığımız diplomalar masaya bırakıldı ve zarflarımız mühürlendikten sonra ağzı bant ile kapatıldı. işlemlerimizin bittiği söylendi.
18:00 işlem sonu. otobüsün birazdan gelip bizi alarak nizamiye dışına çıkaracağı söylendi.
19:05 nizamiye çıkışı. komutanın biraz sonra dediğinin 1 saatlik bir süreç olduğunu anladık
20:00 izmir otogardan antalya'ya doğru hareket
03:44 ev
00:30 . Antalya otogardan İzmir'e doğru hereket
08:00 İzmir otogara varış
08:35 Gaziemir ulaştırma komutanlığı önünde sıraya giriş
11:22 Binaya giriş. üst araması ve telefonların kapatılması
11:40 50 kişilik gruplar oluşturuldu. ve gruptaki adayların yakasına takması için bir sıra numarası dağıtıldı. (ben 27'nci grup 3043 numaraydım)
12:00 grup tek sıra halinde bir koridorda sıraya geçti.sırasıyla "sınıflandırma sonucu tebliğ/tebellüğ - izin belgesi"nden üçer kopya alınarak boş bir salona geçildi.4 saattir ayakta bekleyen bizler ilk defa burada oturarak beklemeye başladık.
12:20 askerlik hayatımın ilk emrini aldım. "27'nci grup kalk!" buradan da salonunun sonundaki kantine yönlendirildik. kantinden yeni birer zarf almamız söylendi. askeriyenin ucuzluğuyla ilk burada karşılaştım. zira bir zarf, bir kurşun kalem, bir siyah tükenmez kalem, bir silgi ve bir de kalemtraş halindeki zarf pakedi 1 ytl'ye satılıyordu. Bu salonda daha önce 3 örnek halinde aldığımız izin belgelerinin üzerindeki bazı kısımları doldurduk. buradan da kamelyaların olduğu bahçeye geçtik.
14:45 bahçede yeterince beklediğimize kanaat getiren komtanlarımız bizi mülakat binasına aldılar. burada ilk önce eski zarflarımızı açtık. içindekileri yeni zarfa aktardıktan sonra eski zarflarımızı elden ele ulaştırarak çöpe attık. tabi bu işlemler hep numara sırasına göre oluyor. daha sonra yine sandalye üstünde beklemeye başladık. ben yarım saat kadar uyumuşum burda. ben uyandıktan 10 dakika sonra da bizi sırayla salonun arka kısmına aldılar. burada ilk önce sabıka kaydımıza bakıldı. daha sonra asal temsilcisine evraklarımız kontrol ettirildi. izin belgelerimizin biri orada bırakıldı. daha sonra eski numaralar çıkartılarak yeni aday numarası yakalara iğne ile tutturuldu. aynı salon içerisinde bir köşede grup ile birlikte toplandık. komutanın sorduğu şehit yakını, konservatuar mezunu, uzun yol zabitliği yapmış olan var mı türündeki sorularına maruz kaldık. mülakat dedikleri buymuş. oradan da 2 metre ilerideki tabip asteğmenin huzuruna geldik. yine grupça çöktük. çavuşun direktifleri doğrultusunda optik formun üzerine tabip asteğmenin adını yazdık. daha sonra da sırayla bu formları tabipe imzalattık. ve binanın dışına çıktık.
16:15 otobüs bizi mülakat merkezinden alıp sınav olacağımız alana götürdü.
16:40 sınava başla komutu
17:40 kalem bırak emri
17:45 son işlem için bir başka alanda toplandık. bu alandan evraklarımız içindeki 2 diploma fotokopisinden birisinin ayrılması istendi. ve aday numaramızın kırmızı kalemle sağ üst köşesine yazılması söylendi. daha sonra diğer evraklar ve izin belgelerimizin bir tanesini yeni zarflara koymamız, diğer izin belgesinin de kaybetmemek üzere cüzdanımıza/ceplerimize koymamız emredildi. sırayla bir masaya ilerledik. burada optik formlar kontol edildi(ismimiz, numaramız tutuyor mu diye) ayırdığımız diplomalar masaya bırakıldı ve zarflarımız mühürlendikten sonra ağzı bant ile kapatıldı. işlemlerimizin bittiği söylendi.
18:00 işlem sonu. otobüsün birazdan gelip bizi alarak nizamiye dışına çıkaracağı söylendi.
19:05 nizamiye çıkışı. komutanın biraz sonra dediğinin 1 saatlik bir süreç olduğunu anladık
20:00 izmir otogardan antalya'ya doğru hareket
03:44 ev
6 Eylül 2008 Cumartesi
yaptım/yapacağım
melabaa*
uzunca bir süre yeni yazı yayınlayamadım sevgili okuyucularım. (hastasıyım bu emin çölaşan tarzının. yoksa ne okuyucusu allasen, biz bizeyiz şurda) bu ayrılığın nedeni yapmış olduğum tatil... bahamalarda internet bağlantısı olur diye güvendim. ama gel gör ki bağlantı namına hiçbir şey yoktu. bok gibiydi afedersin. e ben de yazı falan uğraşmadım öyle olunca.
efendim bahaneler bir yana valla bu blog şeysine bir gazla başladım sonra unuttum gibi oldu. ama kazın ayağı öyle değil.(ahaha al bir tane daha) her an yazma isteğiyle doluyum. nöronlarım arasında atlayan elektrik *****'ı (uygun şeyi bulamadım. kafam iyi) bile yaz-yaz-yaz diye atlıyor bir sinir ucundan bir sinir ucuna.
çok şey var yazacak.
mesela yazılı olmayan görgü kurallarını yazasım var. bir de anayasa kurallarından kendimce eksik/fazla/gereksiz/gerekli olanlarının bir analizini yapmak. aşkı anlatmak ve öğrenme sürecini açıklamak istiyorum. yapacağımdır.
*bu hitap tarzını sonradan pek bir hastası olduğum memo tembelcizer den kaptım. kendisinin şu yazısının herkes tarafından okunması gerektiği kanaatindeyim.
bir takım özgürlükleri savunacağıdım
extra not: yazıda imla hataları, anlatım bozuklukları falan olabilir. kafam iyi
uzunca bir süre yeni yazı yayınlayamadım sevgili okuyucularım. (hastasıyım bu emin çölaşan tarzının. yoksa ne okuyucusu allasen, biz bizeyiz şurda) bu ayrılığın nedeni yapmış olduğum tatil... bahamalarda internet bağlantısı olur diye güvendim. ama gel gör ki bağlantı namına hiçbir şey yoktu. bok gibiydi afedersin. e ben de yazı falan uğraşmadım öyle olunca.
efendim bahaneler bir yana valla bu blog şeysine bir gazla başladım sonra unuttum gibi oldu. ama kazın ayağı öyle değil.(ahaha al bir tane daha) her an yazma isteğiyle doluyum. nöronlarım arasında atlayan elektrik *****'ı (uygun şeyi bulamadım. kafam iyi) bile yaz-yaz-yaz diye atlıyor bir sinir ucundan bir sinir ucuna.
çok şey var yazacak.
mesela yazılı olmayan görgü kurallarını yazasım var. bir de anayasa kurallarından kendimce eksik/fazla/gereksiz/gerekli olanlarının bir analizini yapmak. aşkı anlatmak ve öğrenme sürecini açıklamak istiyorum. yapacağımdır.
*bu hitap tarzını sonradan pek bir hastası olduğum memo tembelcizer den kaptım. kendisinin şu yazısının herkes tarafından okunması gerektiği kanaatindeyim.
bir takım özgürlükleri savunacağıdım
extra not: yazıda imla hataları, anlatım bozuklukları falan olabilir. kafam iyi
7 Ağustos 2008 Perşembe
devlet ütopyası
Evet sevgili kitle. Bu seferki yazımı gelen istek üzerine bilinç akış tekniğini kullanarak klavyeye alıcağım. Gerçi kaleme almak daha kolay oluyor üretmek açısından, ama daha sonra vörde çekerken sıkılıyorum. Her sıkıldığım da da sigara yakıyorum. Oysa ne kadar zararlı, hiç beni düşünen yok. Her sigara yaktığımda da, ‘bir nevi ekran koruyucusu devreye girdiğinde’ zihnim anlamsız şekilde sorular üretmeye başlıyor. Ve ben anlamsız şekilde sorular üretirken kendimi hep Platon olarak hayal ederim.” ...Atletik bir vücut ve tabi ki bir filozofun olmazsa olmazı sakallarıyla işte Platon aynanın karşısında duruyor...” (yan not: Platon zeki, çevik ve ahlaklı bir spor adamıdır bir yandan) beden terbiyesi konusunda yardırmış bir kimse olsa da Platon’u Eflatun yapan bugünlere bıraktığı fikirleridir. Kendisi yüzyıllar öncesinde, bir mağara köşesinde (Platon mağrada yaşamadı ki, onlar stoacılar) kendi idealar dünyasında mutlu ve mesut yaşarken bu gün benim gibi bir denyo onun ismini ağzına alabiliyorsa; bu onun kendini gelecek nesillere aktarmasıyla olmuştur. Büyük adamdır, kalıcı olmuştur.
Yıllardır sorarlar “büyüyünce ne olucaksın?” diye. İşte cevabını buldum. Kalıcı olacağım. Un kurabiyesinin damakta bıraktığı hoş, ama kısa süreli bir tat gibi olmaktansa, keçi boynuzunun diş etlerinden gırtlak sokumuna dek bıraktığı günlerce geçmeyen iğrenç tat gibi uzun süreli, belki irrite eder cinsten. Ama ne önemi var, sonuçta kalıcı olmak gibisi yok.
Bilenler bilir Platon’un devlet ütopyasını. (Bilmeyenlere gugıl ödevi veriyorum. ) Kalıcı olabilmek adına günlerdir “n’apsam, n’etsem” diye düşünen benin çıkış noktası oluyor kendisi. Yılların verdiği entelektüel birikim ve bol zaman muhteviyatı dolayısıyla kendi devlet ütopyamdan bahsedeceğim sizlere.
Toprağı bol olsun John Lock’u çok severim. Hayır, hayır! Dizideki değil. Onu da severim ama benim bahsettiğim gerçek Lock’tur. Toplumsal sözleşmeci bu düşünürümüz özgürlük konusunda sevgili Janjak Russo’yla birleşip bende ayrıldığı nokta kısmen şöyledir;
İnsanlar en yüce varlıklardır. Dolayısıyla insanlar son derece özgür varlıklar olarak dünyaya gelir. Geniş özgürlüklerle donatılmış bünyeler, sadece başkasının özgürlüğüne müdahale etme özgürlüğünü devlet denen mutlak bir otoriteye devreder. Bu da toplumsal sözleşmenin doğasında vardır. Oysa ki benim devlet ütopyamda herkes sınırsız özgürlükte olacak. Kısasa kısas modeli benimsenecek. Keyfiyet faktörünü de mümkün olabildiğince önüne geçebilmek için toplumsal birlik sağlanacaktır. [madde 1]
Malumunuz bilim ve teknoloji çağında yaşıyoruz. Peki hiç 100, 300, 500, 1000 yıl sonrasını düşündünüz mü? Ben düşündüm. Çok düşündüm hem de. Ve sonuçta şu yargıya vardım:
“S*kimiz taşşağımıza denk olucak! Ekmek makinadan, su denizden yaşayıp gidicez..”
Dostum Platonculuk demişsin ama burda Nostradamusculuk var diyen mi oldu? Evet bir nebze de olsa doğru. Şu Nostradamus lavuğunun yaptığından farklı bir şey yapmıyorum şu an. E adam o kadar üstü kapalı şey söylemiş ki, illa ki bir sonuç çıkartılıyor. Sonra adamın adı çıkıyo geleceği biliyor diye. E o zaman çok şey mi söylemek gerekiyor, nasıl olsa içinden tutan olur diye? Kat'iyyen! Aksine mantıklı olmak gerekiyor. E ben niye Nostradamus ayısının yaptığını yapıyorum? Çünki efendim, bir devlet ütopyası kurabilmek için evvela gelecek hakkında öngörüde bulunmak gerekiyor. Öyle Nostaradamus iblisinin yaptığı gibi de şiirler yazarak olmaz o iş.. Ha illa ki kafiyeli sözlere inanırım arkadaş ben diyen olursa da kendisine şu haiku’yu armağan ediyorum;
Gelecek dediğin
Kafiye ile mi olur
Önde gideni ebleğin
Şöyle olucak:
Madem teknoloji devrinde yaşıyoruz. Üreten de robot dediğin sıvı metal olsun. Biz de keyfimize bakalım. Zaten su yok ortalıkta. Üstelik nefes dahi alamıyoruz. Bizler de olabildiğince yükseklere kuralım şehirlerimizi. Ama kalabalıktan bir fayda görmedim bu güne kadar. Nerde çokluk orda bokluk diyen atam, gelecek nesillerin de atası olacağı için sözünden çıkmamak gerek. Bu sebeple devlet dediğin yerin rakımı en az 4500 metre nüfusu 5040 kişi olmalıdır.[madde 2] Hem kısas da kolay olur.
Oldum olası sevmedim suyu. Eskiden ne güzel Bizimkiler’i izler, sonrasında da paşa paşa kesemi olurdum.(kesemi ne ola ki?) Oysa artık öyle mi? Haftada en az 3 defa duş almak gerekiyor. Çünkü malumunuz küresel ısındık. Terliyoruz. En çekilmezi de saçların yağlanması. Vücuda su değmeden geçen 3’üncü günün ardından başlayan yağlanma, 4üncü ve 5inci günde kafa derisinde başlayan ilginç pütürlerle devam ediyor. Ayrıca sürekli yıkanılmaz da. Nedeni belli. Su bitiyor. İdareli kullanmak lazım. Tasarrufu sağlamak için de herkesin saçları kazınmış olmalıdır.[madde 3]
Dört bir yanı özgürlüklerle çevrilmiş bir komün yönetiminde olması en saçma olan şey tabi ki siyasetin olmasıdır. her türlü siyasi ideolojilerden ve siyasetçilerden uzak durumdaki devletimizde[madde 4] en affedilmez şey siyaset yapmaktır. her şeyin özgür olduğu ortamda siyaset yapmak nasıl yasak olur? olmaz. Yasak demedim. Ama gerek yok. Elbette iktidar hırsına bulanmış gerizekalılar çıkacaktır. Ama halk onlara cevap vermesini bilmelidir. kestane kebap, sandıkta cevap şekli günümüze aittir. Yeleceğe mal edilemez, edilmemelidir.
Bu kadar yeter şimdilik. aklıma geldikçe eklerim..
Yıllardır sorarlar “büyüyünce ne olucaksın?” diye. İşte cevabını buldum. Kalıcı olacağım. Un kurabiyesinin damakta bıraktığı hoş, ama kısa süreli bir tat gibi olmaktansa, keçi boynuzunun diş etlerinden gırtlak sokumuna dek bıraktığı günlerce geçmeyen iğrenç tat gibi uzun süreli, belki irrite eder cinsten. Ama ne önemi var, sonuçta kalıcı olmak gibisi yok.
Bilenler bilir Platon’un devlet ütopyasını. (Bilmeyenlere gugıl ödevi veriyorum. ) Kalıcı olabilmek adına günlerdir “n’apsam, n’etsem” diye düşünen benin çıkış noktası oluyor kendisi. Yılların verdiği entelektüel birikim ve bol zaman muhteviyatı dolayısıyla kendi devlet ütopyamdan bahsedeceğim sizlere.
Toprağı bol olsun John Lock’u çok severim. Hayır, hayır! Dizideki değil. Onu da severim ama benim bahsettiğim gerçek Lock’tur. Toplumsal sözleşmeci bu düşünürümüz özgürlük konusunda sevgili Janjak Russo’yla birleşip bende ayrıldığı nokta kısmen şöyledir;
İnsanlar en yüce varlıklardır. Dolayısıyla insanlar son derece özgür varlıklar olarak dünyaya gelir. Geniş özgürlüklerle donatılmış bünyeler, sadece başkasının özgürlüğüne müdahale etme özgürlüğünü devlet denen mutlak bir otoriteye devreder. Bu da toplumsal sözleşmenin doğasında vardır. Oysa ki benim devlet ütopyamda herkes sınırsız özgürlükte olacak. Kısasa kısas modeli benimsenecek. Keyfiyet faktörünü de mümkün olabildiğince önüne geçebilmek için toplumsal birlik sağlanacaktır. [madde 1]
Malumunuz bilim ve teknoloji çağında yaşıyoruz. Peki hiç 100, 300, 500, 1000 yıl sonrasını düşündünüz mü? Ben düşündüm. Çok düşündüm hem de. Ve sonuçta şu yargıya vardım:
“S*kimiz taşşağımıza denk olucak! Ekmek makinadan, su denizden yaşayıp gidicez..”
Dostum Platonculuk demişsin ama burda Nostradamusculuk var diyen mi oldu? Evet bir nebze de olsa doğru. Şu Nostradamus lavuğunun yaptığından farklı bir şey yapmıyorum şu an. E adam o kadar üstü kapalı şey söylemiş ki, illa ki bir sonuç çıkartılıyor. Sonra adamın adı çıkıyo geleceği biliyor diye. E o zaman çok şey mi söylemek gerekiyor, nasıl olsa içinden tutan olur diye? Kat'iyyen! Aksine mantıklı olmak gerekiyor. E ben niye Nostradamus ayısının yaptığını yapıyorum? Çünki efendim, bir devlet ütopyası kurabilmek için evvela gelecek hakkında öngörüde bulunmak gerekiyor. Öyle Nostaradamus iblisinin yaptığı gibi de şiirler yazarak olmaz o iş.. Ha illa ki kafiyeli sözlere inanırım arkadaş ben diyen olursa da kendisine şu haiku’yu armağan ediyorum;
Gelecek dediğin
Kafiye ile mi olur
Önde gideni ebleğin
Şöyle olucak:
Madem teknoloji devrinde yaşıyoruz. Üreten de robot dediğin sıvı metal olsun. Biz de keyfimize bakalım. Zaten su yok ortalıkta. Üstelik nefes dahi alamıyoruz. Bizler de olabildiğince yükseklere kuralım şehirlerimizi. Ama kalabalıktan bir fayda görmedim bu güne kadar. Nerde çokluk orda bokluk diyen atam, gelecek nesillerin de atası olacağı için sözünden çıkmamak gerek. Bu sebeple devlet dediğin yerin rakımı en az 4500 metre nüfusu 5040 kişi olmalıdır.[madde 2] Hem kısas da kolay olur.
Oldum olası sevmedim suyu. Eskiden ne güzel Bizimkiler’i izler, sonrasında da paşa paşa kesemi olurdum.(kesemi ne ola ki?) Oysa artık öyle mi? Haftada en az 3 defa duş almak gerekiyor. Çünkü malumunuz küresel ısındık. Terliyoruz. En çekilmezi de saçların yağlanması. Vücuda su değmeden geçen 3’üncü günün ardından başlayan yağlanma, 4üncü ve 5inci günde kafa derisinde başlayan ilginç pütürlerle devam ediyor. Ayrıca sürekli yıkanılmaz da. Nedeni belli. Su bitiyor. İdareli kullanmak lazım. Tasarrufu sağlamak için de herkesin saçları kazınmış olmalıdır.[madde 3]
Dört bir yanı özgürlüklerle çevrilmiş bir komün yönetiminde olması en saçma olan şey tabi ki siyasetin olmasıdır. her türlü siyasi ideolojilerden ve siyasetçilerden uzak durumdaki devletimizde[madde 4] en affedilmez şey siyaset yapmaktır. her şeyin özgür olduğu ortamda siyaset yapmak nasıl yasak olur? olmaz. Yasak demedim. Ama gerek yok. Elbette iktidar hırsına bulanmış gerizekalılar çıkacaktır. Ama halk onlara cevap vermesini bilmelidir. kestane kebap, sandıkta cevap şekli günümüze aittir. Yeleceğe mal edilemez, edilmemelidir.
Bu kadar yeter şimdilik. aklıma geldikçe eklerim..
31 Temmuz 2008 Perşembe
Sorular, sorular, aklımdaki sorular...
Bana göre vakit geçirmenin ve bir şehri tanımanın en kolay yolu amaçsız yürümektir. Yalnız ve amaçsız yürürken zihin farklı çalışır. Amaçsızlığın verdiği rahatlık zihni tek bir şeye yönlendirir. Kendi kendine, fütursuzca, insanlığından utanırcasına sürekli sorular sormak, ve bu sorulardan yola çıkarak hayatı anlamak.
İşte İstanbul/Şişli’de amaçsız bi’buçuk saatlik yürüyüşüm sırasında not aldığım sorular.
1. Kahvelerde kullanılan lacivert saplı sarı tükenmez kalem kağıdın üzerinde neden daha iyi kayar?/15:33
2. İngiltere’de de soldan git para bulursun mu denir? /15:35
3. Gözlüksüz birisinin gözlük taktığında oluşan görüntüyle, gözlüklü birisinin gözlüklerini çıkardığında gördükleri eş değerde midir? /15:39
4. Yemek artıklarının besin piramidindeki yeri nerededir? /15:43
5. Piyangodan büyük ikramiyeyi kazanan birisi, biletindeki numaraları defalarca kontrol eder mi? /15:49
6. İstanbulda köprüden gecen bir avrupalı turist “welcome to asia” yazısını okuduğunda içi kıpır kıpır olur mu? /16:03
7. Gece bankta uyumaya kalksan, gecenin bir yarısı adamın teki gelip “kalk burası benim yerim” der mi? Uyku uyutur mu? /16:04
8. Şu sokaktan girsem Metin Oktay tesislerine çıkar mıyım?(Florya) /16:10
9. İnternet kafe bu devirde iş yapar mı? /16:12
10. Yiğidi öldürüp hakkını versem iyi halden yırtar mıyım?/16:19
11. Not aldığım bu kağıdı kaybetsem bütün yazdıklarımı hatırlar mıyım?/16:20
12. Metro süren kişiye ne denir? Bunun kadınına ne denir?/16:36
13. Zenci insan vücuduna neden siyah renkte dövme yaptırır ki?/16:49
14. Sütyen süngeri göçmüş kadınlar bu durumdan rahatsız olmuyor mu?/16:55
İşte İstanbul/Şişli’de amaçsız bi’buçuk saatlik yürüyüşüm sırasında not aldığım sorular.
1. Kahvelerde kullanılan lacivert saplı sarı tükenmez kalem kağıdın üzerinde neden daha iyi kayar?/15:33
2. İngiltere’de de soldan git para bulursun mu denir? /15:35
3. Gözlüksüz birisinin gözlük taktığında oluşan görüntüyle, gözlüklü birisinin gözlüklerini çıkardığında gördükleri eş değerde midir? /15:39
4. Yemek artıklarının besin piramidindeki yeri nerededir? /15:43
5. Piyangodan büyük ikramiyeyi kazanan birisi, biletindeki numaraları defalarca kontrol eder mi? /15:49
6. İstanbulda köprüden gecen bir avrupalı turist “welcome to asia” yazısını okuduğunda içi kıpır kıpır olur mu? /16:03
7. Gece bankta uyumaya kalksan, gecenin bir yarısı adamın teki gelip “kalk burası benim yerim” der mi? Uyku uyutur mu? /16:04
8. Şu sokaktan girsem Metin Oktay tesislerine çıkar mıyım?(Florya) /16:10
9. İnternet kafe bu devirde iş yapar mı? /16:12
10. Yiğidi öldürüp hakkını versem iyi halden yırtar mıyım?/16:19
11. Not aldığım bu kağıdı kaybetsem bütün yazdıklarımı hatırlar mıyım?/16:20
12. Metro süren kişiye ne denir? Bunun kadınına ne denir?/16:36
13. Zenci insan vücuduna neden siyah renkte dövme yaptırır ki?/16:49
14. Sütyen süngeri göçmüş kadınlar bu durumdan rahatsız olmuyor mu?/16:55
23 Temmuz 2008 Çarşamba
sünnet için eyyam günlükleri
Evet, sünnet güzel bir şeydir, sağlık açısından önemlidir. Ayrıca dini bir vecibedir.(yazının bundan sonrası Ahmet Çakar edasıyla okunmalıdır.) Ancak şu konularda kafam karışıyor:
1)
Dini bir çok kaynak "dövme" yaptırmaya; allahın bizi en mükemmel şekilde yarattığı, bu sebeple aslolan -zaten bize ait olmayan- vücudumuzu gereğiyle koruyup, vakti gelince de tekrar sahibine geri vermemiz gerektiği görüşüyle karşı çıkıyor.
Bu kadar mükkemmel şekilde yaratılmış bir vücuda sahip iken, sünnet derisinin de bir işlevinin olmaması ilginç di mi? Hiç mi yararı yok bunun allah aşkına? Madem bu kadar gereksiz, yararsız ve sağlıksız bir şey, niye bilmem kaç milyon yıldır onunla birlikte doğuyoruz?
2)
güya sünnetin temizlik bakımından faydası varmış. günde bir defa ve birkaç saniye sürecek olan temizleme işini yapmayıp da cinsel organın mühim bir parçasını kesip attırmakta hiçbir mantık yoktur.madem öyle tırnaklarımızı da sökelim. kir topluyor içi nasılsa.
3)
(derin bir sessizliğin ardından Ahmet Çakar modundan çıkılır..)
tabi bunların yanında sünnet olmanın o yaşta getirdiği travma olsun, cinsi birlikteliğin kısa sürmesi olsun, boya/işleve olan etkisi olsun türlü yan etkileri de mevcuttur. biliyorum..
ha bir de araştırırken gördüm; sünnet aids'ten koruyomuş. "e peki prezervatif mi ki bu?" demek istiyorum bunu düşünenlere.
son olarak, sadece bir ritüel olmasından dolayı sünneti savunanlara nanik yapasım da gelmiyor değil.
1)
Dini bir çok kaynak "dövme" yaptırmaya; allahın bizi en mükemmel şekilde yarattığı, bu sebeple aslolan -zaten bize ait olmayan- vücudumuzu gereğiyle koruyup, vakti gelince de tekrar sahibine geri vermemiz gerektiği görüşüyle karşı çıkıyor.
Bu kadar mükkemmel şekilde yaratılmış bir vücuda sahip iken, sünnet derisinin de bir işlevinin olmaması ilginç di mi? Hiç mi yararı yok bunun allah aşkına? Madem bu kadar gereksiz, yararsız ve sağlıksız bir şey, niye bilmem kaç milyon yıldır onunla birlikte doğuyoruz?
2)
güya sünnetin temizlik bakımından faydası varmış. günde bir defa ve birkaç saniye sürecek olan temizleme işini yapmayıp da cinsel organın mühim bir parçasını kesip attırmakta hiçbir mantık yoktur.madem öyle tırnaklarımızı da sökelim. kir topluyor içi nasılsa.
3)
(derin bir sessizliğin ardından Ahmet Çakar modundan çıkılır..)
tabi bunların yanında sünnet olmanın o yaşta getirdiği travma olsun, cinsi birlikteliğin kısa sürmesi olsun, boya/işleve olan etkisi olsun türlü yan etkileri de mevcuttur. biliyorum..
ha bir de araştırırken gördüm; sünnet aids'ten koruyomuş. "e peki prezervatif mi ki bu?" demek istiyorum bunu düşünenlere.
son olarak, sadece bir ritüel olmasından dolayı sünneti savunanlara nanik yapasım da gelmiyor değil.
21 Temmuz 2008 Pazartesi
caretta caretta katili alles inklusive
son 7-8 yıl içerisinde karetta karetta nüfusunun %34,7 gibi önemli bir kısmının soyu tükendi, eridi bitti. bunun türlü nedenleri olabilir tabi ki. ama en önemli nedenini buradan açıklamak istiyorum. evet, bu nesil kaybının tek sebebi "her şey dahil" sisteminin varlığıdır.
turizm kan ağlıyor. sırf bu allesinkulusif sistem yüzünden. otele gelen otelden çıkmıyor ki! dışarı gideyim bi üst-baş alayım demiyor, snack bar'da bira içiyor, kafayı çekiyor. orda kafası biraz güzel oluyor, denize giriyor çıkıyor kafa resetleniyor. e tabi sarhoşluk gidince noluyor? adamın karnı acıkıyor. kolundaki saate bakıyor, gelmişse yemek saati gidiyor restorana. ye babam ye yiyor. karışan eden de yok. açık büfe, her şey dahil. yiyemediğini paket yaptırıyor, sonra evinde yiyor.
şimdi bütün bunların caretta caretta nüfusu ile ne alakası var diyebilirsiniz. normaldir. zira bu teori yüksek alkollüyken ortaya çıkmış bir teoridir.
"ne alakası var?" demeyin. şöyle ki: bu hayvan kısmı yumurtasını kuma gömdüğü vakit baba karetta "koydum çocuğu ama iyi de yoruldum" diyor. hanım hanım diyor. yumurtaları göm de şöyle bi tatil yapalım diyor. dönüyor arkasını yürüyor. zaten otelin bahçesinde bulundukları için resepsiyona ulaşmaları pek zor olmuyor.
pırıl pırıl aydınlatılmış otel bahçesinde yavru karetta embriyosu gelişiyor, gelişiyor. ve en nihayetinde yumurtadan ayrılıp gerçek dünya ile tanışma zamanı geliyor. "bizi anamız babamız elimizden tutup suya mı götürdü ulan!" diyen ana-baba karettanın sikinde olmuyor çocukların doğmuş olması.
işte dananın kuyruğunun koptuğu an. yumurtadan henüz çıkan yavru karetta aya doğru allah ne verdiyse koşturması gerekiyor. ancak ne yazık ki durum artık öyle olmuyor. otel cazip geliyor yavrucağa. her şey dahil sistem. niye çıksın ki yavru kompleksten? o da koyveriyor kendini gerisin geri, aydan daha parlak otel bahçesine doğru moon walk yaparken, plajda bu anı görmek için toplanmış çevreci güruhun gözleri doluyor.
turizm kan ağlıyor. sırf bu allesinkulusif sistem yüzünden. otele gelen otelden çıkmıyor ki! dışarı gideyim bi üst-baş alayım demiyor, snack bar'da bira içiyor, kafayı çekiyor. orda kafası biraz güzel oluyor, denize giriyor çıkıyor kafa resetleniyor. e tabi sarhoşluk gidince noluyor? adamın karnı acıkıyor. kolundaki saate bakıyor, gelmişse yemek saati gidiyor restorana. ye babam ye yiyor. karışan eden de yok. açık büfe, her şey dahil. yiyemediğini paket yaptırıyor, sonra evinde yiyor.
şimdi bütün bunların caretta caretta nüfusu ile ne alakası var diyebilirsiniz. normaldir. zira bu teori yüksek alkollüyken ortaya çıkmış bir teoridir.
"ne alakası var?" demeyin. şöyle ki: bu hayvan kısmı yumurtasını kuma gömdüğü vakit baba karetta "koydum çocuğu ama iyi de yoruldum" diyor. hanım hanım diyor. yumurtaları göm de şöyle bi tatil yapalım diyor. dönüyor arkasını yürüyor. zaten otelin bahçesinde bulundukları için resepsiyona ulaşmaları pek zor olmuyor.
pırıl pırıl aydınlatılmış otel bahçesinde yavru karetta embriyosu gelişiyor, gelişiyor. ve en nihayetinde yumurtadan ayrılıp gerçek dünya ile tanışma zamanı geliyor. "bizi anamız babamız elimizden tutup suya mı götürdü ulan!" diyen ana-baba karettanın sikinde olmuyor çocukların doğmuş olması.
işte dananın kuyruğunun koptuğu an. yumurtadan henüz çıkan yavru karetta aya doğru allah ne verdiyse koşturması gerekiyor. ancak ne yazık ki durum artık öyle olmuyor. otel cazip geliyor yavrucağa. her şey dahil sistem. niye çıksın ki yavru kompleksten? o da koyveriyor kendini gerisin geri, aydan daha parlak otel bahçesine doğru moon walk yaparken, plajda bu anı görmek için toplanmış çevreci güruhun gözleri doluyor.
16 Temmuz 2008 Çarşamba
bir deprem kuşu olarak göt
şu göt denilen iki taraflı kaba et parçası ne ilginç bir organdır sevgili blog. bu kadar da hassas olunmaz ki! richterin 3 ölçtüğünü bu göt denilen güzide organ 3.2 ölçüyor. vallahi pes! iyi davranmak, fazla hırpalamamak gerek..
12 Temmuz 2008 Cumartesi
Gel Beri Yar Gel Beri
Berberler her ne kadar günümüzde 'kuaför' olarak kendilerini ansalar da, nevi şahsına münhasır yapısıyla “koförlük” erkek bünyelerin hayatlarında her zaman için bir fenomen olarak kalacaktır.
Berber nedir?
Berberler aslen ikiye ayrılır. Birinci tip mesleğini sanat olarak görüp, olabildiğince az konuşur. İkinci tipin en büyük farkı ise neredeyse hiç susmamasıdır.(ağzına kıl girer mi girmez mi hiç umrunda değildir) bu iki modelin dışında ise aralarında bariz bir fark yoktur. Genelde benzer durumlarda aynı tavırları sergilerler.
Berber nasıl birisidir?
Berber dediğin alıngan insandır. Tıpkı bir sevgili gibi özen isteyen zannatkardır. Saçını başka birine kestirdiğini anlamayagörsün, anında aldatılmış kadın psikolojisine bürünür. Alınır, gücenir,trip yapar, küser.
Hisli insandır. Tıpkı sevgili gibidir, eş gibidir. Saçlarını kendin kestiğini söyleyince(bir nevi masturbasyon) kızar, gözleri dolar.
İlginç insandır. Duvarlarında bilimum erkek modelin boy boy posterlerini asar.
Takipçi insandır. Meraklıdır. Sorularıyla bir yandan bunaltırken bir yandan da dükkanın dışında ne olup bitiyor takip etmek, konuya hakim olmak ister. Bir elinde traş makinesi/makas diğer elinde de sağ/sol kulak kepçesi, gözü dükkanın camlarının gerisindedir. Dükkandaki ayna sayısının bu denli fazla olmasının nedeni de aslında budur. Zira o aynalar kusursuz bir görüş açısı sağlar.
Sürttüren insandır. Koltukların boyu ile berber insanın boyu arasında muazzam bir denge vardır. Bir şekilde değdirir her seferinde.
Uzunluk özürlüsü kimsedir ne yazık ki. Bir parmak dersin bir karış almış götürmüştür.
Berber nedir?
Berberler aslen ikiye ayrılır. Birinci tip mesleğini sanat olarak görüp, olabildiğince az konuşur. İkinci tipin en büyük farkı ise neredeyse hiç susmamasıdır.(ağzına kıl girer mi girmez mi hiç umrunda değildir) bu iki modelin dışında ise aralarında bariz bir fark yoktur. Genelde benzer durumlarda aynı tavırları sergilerler.
Berber nasıl birisidir?
Berber dediğin alıngan insandır. Tıpkı bir sevgili gibi özen isteyen zannatkardır. Saçını başka birine kestirdiğini anlamayagörsün, anında aldatılmış kadın psikolojisine bürünür. Alınır, gücenir,trip yapar, küser.
Hisli insandır. Tıpkı sevgili gibidir, eş gibidir. Saçlarını kendin kestiğini söyleyince(bir nevi masturbasyon) kızar, gözleri dolar.
İlginç insandır. Duvarlarında bilimum erkek modelin boy boy posterlerini asar.
Takipçi insandır. Meraklıdır. Sorularıyla bir yandan bunaltırken bir yandan da dükkanın dışında ne olup bitiyor takip etmek, konuya hakim olmak ister. Bir elinde traş makinesi/makas diğer elinde de sağ/sol kulak kepçesi, gözü dükkanın camlarının gerisindedir. Dükkandaki ayna sayısının bu denli fazla olmasının nedeni de aslında budur. Zira o aynalar kusursuz bir görüş açısı sağlar.
Sürttüren insandır. Koltukların boyu ile berber insanın boyu arasında muazzam bir denge vardır. Bir şekilde değdirir her seferinde.
Uzunluk özürlüsü kimsedir ne yazık ki. Bir parmak dersin bir karış almış götürmüştür.
9 Temmuz 2008 Çarşamba
bir insanlık dramının yardımcı erkek oyuncusu olmak
bir bayram günüdür. hava oldukça soğuk, otobüslerin hareket ettiği yere de baya vardır daha. 8-9 yaşlarında bir kız çocuğusundur, yorulmuşsundur yürümekten. arada babana bakarsın. babandır ne de olsa. hayli alkol almış, yürümekte bile zorlanıyor. bari elini tutayım diye geçirirsin içinden. tam elini tutacakken, baban kaldırır elini. uzaktaki birine seslenir." abi pardon, bakar mısın bi." babanın kime seslendiğine bakarsın. genç bir abi. arabasının kapısını açıyor, ama babanın sesini duymuyor. belki de duymamazlıktan geliyor. haklı belki de diye düşünürsün. bi yandan da adımlarını hızlandıran babanı yakalamaya çalışırsın. tam babanı yakalamışken bir de bakarsın ki baban tanımadığın o abinin arabasının kapısını açmaya çalışıyor. ama kilitli arabanın kapısı. belki de o abi özellikle kilitlemiş arabasının kapısını. uzaktan izlemeye başlarsın. o abi camı açar "buyrun" der."iyi akşamla" der baban, sonra devamını getir, "abi şu yolun sonuna kadar götürür müsün bizi". o abi sessiz kalır biraz. belli ki düşünüyor, nasıl geri çevirsem diye. sonra fark edersin ki o abi sana bakıyor. göz göze gelirsin. o abi hamle yapar sonra. arka kapıyı açar önce, sonra da ön kapıyı. babanın oturmasını beklersin, sonra sen de arka koltuğa oturursun. o abi arabasını çalıştırır ve hareket eder.
baban sizi arabasına alan abiyle konuşmaya başlar. "sağ olasın be abi. şu beş yüz metre ilerde benzin istasyonu var. oraya gidicez biz." baban konuşurken yuvarlıyordur kelimeleri. alkolden diye düşünürsün. utanırsın. abi cevap verir " tamam sorun değil, yol üzeri zaten" baban tekrar konuşur,"ya kusura bakma ben çok alkol aldım". abi bir şey demez bu sefer. baban konuşmaya devam eder." sen nerelisin?". "antalyalıyım" der abi. baban devam eder: "inanmıyorum". "niye ki?" diye sorar abi. "ne bileyim. ama sosyal bir antalyalısın" diye cevaplar baban. sonra devam eder: "ben bio-enerji uzmanıyım. 3 dil biliyorum" biz hiç duymadık diye gülersin içinden. abi " aa ne güzel, hangi dilleri biliyorsunuz?" diye sorar. baban cevap verir" ingilizce, almanca, fransızca, biraz italyanca" kıkırdarsın sesini kısarak. abi " bravo vallahi. biz daha bir tanesini öğrenememişken" bir süre sessizlik olur. sonra baban sessizliği böler " ben cigara içiyorum, ama bitti şimdi. nerden bulabilirim burada?" "nerden bileyim ben!" diye çıkışır abi. baban " yanlış anlama, ben uyuyabilmek için içiyorum cigarayı" der. bir süre daha sessizlik olur. bu arada düşünürsün " cigara ne?" diye. sonra benzin istasyonunu görürsün. ben sizi burada bir yerde indireyim, benzinliğe geldik" der abi. trafik ışıklarının dibinde durur. kırmızı yanmaktadır. arabadan indikten sonra arkaya arabalar sıralanmaya başlar. babanın kapısını açarsın. baban abi'ye teşekkür etmektedir, ama abi bir yandan da sana bakmaktadır. "hadi bak yeşil yanacak şimdi" der sen babanı çekiştirirken. abi hala sana bakmaktadır. "hadi baba, hadi" diye babanı çekiştirmeye devam edersin biraz daha. sonra yeşil ışık yanar. baban abiye "teşekkürler kendine iyi bak" der. abi de sana bakarak "sen de kendine iyi bak" der. kapıyı nazikçe kapatmaya çalışırsın. araba hareket eder. babanın elinden tutarsın. yürümeye devam edersin. bi yandan da uzaklaşan arabaya bakarsın.
baban sizi arabasına alan abiyle konuşmaya başlar. "sağ olasın be abi. şu beş yüz metre ilerde benzin istasyonu var. oraya gidicez biz." baban konuşurken yuvarlıyordur kelimeleri. alkolden diye düşünürsün. utanırsın. abi cevap verir " tamam sorun değil, yol üzeri zaten" baban tekrar konuşur,"ya kusura bakma ben çok alkol aldım". abi bir şey demez bu sefer. baban konuşmaya devam eder." sen nerelisin?". "antalyalıyım" der abi. baban devam eder: "inanmıyorum". "niye ki?" diye sorar abi. "ne bileyim. ama sosyal bir antalyalısın" diye cevaplar baban. sonra devam eder: "ben bio-enerji uzmanıyım. 3 dil biliyorum" biz hiç duymadık diye gülersin içinden. abi " aa ne güzel, hangi dilleri biliyorsunuz?" diye sorar. baban cevap verir" ingilizce, almanca, fransızca, biraz italyanca" kıkırdarsın sesini kısarak. abi " bravo vallahi. biz daha bir tanesini öğrenememişken" bir süre sessizlik olur. sonra baban sessizliği böler " ben cigara içiyorum, ama bitti şimdi. nerden bulabilirim burada?" "nerden bileyim ben!" diye çıkışır abi. baban " yanlış anlama, ben uyuyabilmek için içiyorum cigarayı" der. bir süre daha sessizlik olur. bu arada düşünürsün " cigara ne?" diye. sonra benzin istasyonunu görürsün. ben sizi burada bir yerde indireyim, benzinliğe geldik" der abi. trafik ışıklarının dibinde durur. kırmızı yanmaktadır. arabadan indikten sonra arkaya arabalar sıralanmaya başlar. babanın kapısını açarsın. baban abi'ye teşekkür etmektedir, ama abi bir yandan da sana bakmaktadır. "hadi bak yeşil yanacak şimdi" der sen babanı çekiştirirken. abi hala sana bakmaktadır. "hadi baba, hadi" diye babanı çekiştirmeye devam edersin biraz daha. sonra yeşil ışık yanar. baban abiye "teşekkürler kendine iyi bak" der. abi de sana bakarak "sen de kendine iyi bak" der. kapıyı nazikçe kapatmaya çalışırsın. araba hareket eder. babanın elinden tutarsın. yürümeye devam edersin. bi yandan da uzaklaşan arabaya bakarsın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)